16 Ocak 2010 Cumartesi

Aşkın Ömrü Kaç Saat?

Günde tanrı bilir kaç kere, gir çık, gir çık. Kutsal bir meslek benimkisi. İnsanlar ben olmazsam ne yapacağını şaşırır, esrik kalır. Hayatın gerekliliklerinden biriyim ben. Tıpkı havayı solumak gibi, yemek yemek gibi. Sırtıma aldığım sorumluluk çok büyük, ama herkes tercihleriyle yaşar değil mi?

Aslını söylemek gerekirse hayat şartları beni buna itti, çok da bir seçeneğim yoktu. Bu tercih meselesi çok da bana verilen haklardan biri değilmiş. Nadide vücudum, bu mesleği yapmak için adeta özel olarak yaratılmış.

Aslında bu sektörde rakibim de çok. Kendimi mümkün olduğunca geliştirmeye, farklı teknikler bulmaya çalışıyorum. Gün geçtikçe benden daha gençleri piyasaya çıkıyor, saçları daha canlı, bakışları daha anlamlı olanlar. Ama allahtan benim de bir alıcı kitlem var, şarabın iyisi gibi, yıllanmış vücudumdan iyi anlıyorlar. Hatta benim gibileri bulmak için sokaklarda kaldırımları arşınlıyor, her köşe başını iyice araştırıyorlar.

Odamın her tarafı ayna dolu, bizim “dükkan” ise benim gibi yıllanmış, küf kokuyor. Kendime ne kadar bakarsam, özgüvenim o kadar yükselir, göğsümü gere gere müşterinin karşısına çıkarmışım. Öyle diyor bizim ermeni asilzade.

Size asilzadeden biraz bahsedeyim, eski İstanbul zenginlerinden. Bir yasa mı ne çıkmış, yabancılara özel vergi gibi bir şey. Bir çok meslektaşı ülke dışına kaçmak zorunda kalmış, boyunlarını bükmüş bu vergiler, kazandıklarından fazlasını istemiş devlet onlardan. O da işi gücü bir kenara bırakıp, tabiri caizse merdiven altından bu işe başlamış, şimdilerde vergi tabelası bile var. Ama o zamanın şartlarında gizliden gizliye yapmak zorunda kalmış tabi.

Hayatta kimsesi yok asilzadenin, bir karısı varmış, ailesinin yanına kaçmış zor zamanlarda. Tek başına eşsiz, dostsuz, 2 muhabbete muhtaç kalmış bizimkisi. Sonra bizim dükkanları arşınlamaya başlamış, kim bilir belki muhabbetimizi sevdiği için, belki de işi öğrenmek için.

Ama seviyordu benimle konuşmayı, o zamanlar tazecik çıtırım tabi, ortaya çıktığımda tüm gözler bana dönüyor, şarkılarımla herkes büyüleniyor, adeta kendinden geçiyordu. Bizim asilzade o sıralar aşıktı bana, o da gencecik delikanlı tabi. Çok yüz vermedim bu işin sonu yok diye, zamanla anladı o da. Ama yanına aldı beni, birlikte nice badireler atlattık, iyi günde kötü günde o bana destek oldu, ben ona. Hayat hangi yüzünü göstermek istediyse bize, birlikte yaşadık.

Ve zaman su gibi akıp geçti.

Ondan arda kalan bir ben, bir asilzadem, bir de bu küçük dükkan.

Yalan söylemeyeyim, gençken gönlümü verdim kimi delikanlılara, ama kaderin bir cilvesi gibi, yine yolum kürkçü dükkanına, bu küf kokulu dört duvar arasına düştü. İnsan tercihleriyle yaşadığı gibi, kaderinde bir şey varsa, onu da değiştiremiyormuş. Kim bilir, belki kader dediğimiz şey, dünyaya gelmeden tüylü kalemlerle bizim yazdığımız tercihlerimizdir. Mürekkebe her batırdığımızda o kalemin kıvrımları bizi farklı duygulara sokuyor, tercihlerimizi belirliyordur. Ve hayat bitince, yeni bir sayfa açılıyordur bizim için, içini dolduracağımız başka maceralar, başka hayat planları için…

Asilzadeye geri döneyim ben. Alışkanlıkları vardır güzel gözlümün. Hayatı dakik olduğu gibi, alışkanlıkları da dakiktir. Gün içerisinde saati geldiğinde kendini hissettirir. Asilzademe bazen de ben hatırlatırım onları. Bu düzen, bu rutinlik huzur veriyor bana, iteklememin asıl sebebi de bu.

Mesela kahve saati vardır, sabah 10:30’da mutlaka içer köpüklü köpüklü. Sonra öğleden sonra saat 13:00’de alması gereken ilaçları vardır. 2 mavi, bir kırmızı. Onları özellikle unutturmam. Severim beyimi, başına bir şey gelsin istemem.

Akşama doğru saat 17:00’de nane liköründen küçük bir bardak demlenir. İçine 2 damla da votka koyar, keyfe gelir tatlı sözlüm. O zaman başlar methiyelerine, en çok da bana sarar o sıralar işte. Gözü ne çıtırları görür, ne dükkandaki müşterileri.
Anka’m der bana, bir efsanede dağların ardındaki güzeller güzeli bir kuşmuş anka. Ben bilmem ki, okumam yok benim, sadece rakamları öğrenebildim. Saçımı okşar, güzelliğime verecek sıfat bulamaz. Koltuklarım kabarır o anlar, yalan değil. Çıtırlar hafif kıskanarak bakar bana. Kimileri asilzademin hala bende gönlü olduğunu düşünür. Düşünsün, bunun kimseye zararı yok nasılsa. Bizim aramızdaki ilişki aşktan, sevgiden de öte hem, öyle bir köprü ki bizimki, hiçbir güç yıkamaz. Hatta bilirim ki bir gün beyzademin yumuşak kalbi durur, güzel bakışları donar kalırsa, işte o gün ben de bu dünyada daha fazla yaşayamam. Hayatın bu güzel rutini, onun yokluğuyla cehennem azabı verir, dayanamam. Sesim kısılır, saçım dökülür, iş yapamaz hale gelirim. Vücudum gerekliliklerini reddeder, zaman akmaz, o zaman da ben ölür giderim.

Tanrı bilir kaç kere, gir çık, gir çık.

Hayat bu haliyle rutin, ama güzel.

Siz bu mesleği aşağalıyor olabilirsiniz, ama en kutsalı bizimki. Hatta biz olmasak insanlık nereye gider bilemiyorum. Kılavuzuyuz biz ihtiyacı olanların.

İhtiyaç dediysem, aslında herkesin.

Bizim sokak bizimki gibi dükkanlarla dolu. Müşterileri müdavimler. Vitrinlerde en çıtırlar, en ihtişamlılar durur. Benim gibi yıllanmış, gerçek güzellikler ise daha içerlerde saklanır. Nadide bir parça gibi, aslında aynı zamanda bir demirbaş gibi.

Asilzadem çok yaşlandı, ben de öyle. Bu kutsal mesleği bırakma vaktinin geldiğini düşünüyor bugünlerde. Gel diyor bana, kimseye hesap vermeden gidelim buralardan. Ne artık sen başkalarına yar ol, ne gözleri değsin sana. Sadece benim için söyle güzel şarkılarını, bana ada hayatını, birlikte geçsin kalan zamanımız.

Zaman demişken, çocukluğum geldi aklıma, anlatmadan geçemeyeceğim.

Çok küçüktüm ben, babamla yaşardım. Severdi beni, ilgilenirdi. Ben de onu severdim yalan değil, hayatta ondan başka kimsem yoktu. 2 katlı, somon rengi bir evde yaşardık. Bir kusuru vardı ama babamın, biraz fazla içer, içtiğinde de beni bile tanımazdı. O da asilzadem gibi ticaretle uğraşır, bilmediğim bir takım alım satım işleri yapardı. Sonra o da battı. Borç batağındayken ben, hiçbir değerim yokmuş gibi, kumar masasında yaşlı bir adama satıldım. Ne yaşıma, ne gözyaşlarıma aldırdı. Ardına bile bakmadan, beni hayatından çıkardı.

Yaşlı adam bana karşı ilgisizdi, aslında evindeki bir süs köpeği gibi hissederdim kendimi, zaten benden çabuk sıkıldı, yerime başka bir kurban seçip kıçıma tekmeyi atıverdi.

Sokaklarda buldum kendimi, yağmur, çamur, birkaç gün rezalet içinde süründüm derken, beyzademden önceki adamla, nemci abiyle tanıştım. Beni dükkanına götürdü. Hastalanmıştım, bana bir güzel baktı, yaralarımı sardı, sonra da diğer dilberlerinin arasına kattı.

Sonra, zaman…
Beyzademin gidiş gelişleri…
Beni yanına alışı…
Bir hayatı birlikte yaşamamız…

Şimdi de bu bitmek bilmez kaçış planları. O kadar diyorum ona, istediğin kadar kaç, ne zamanı yakalayabilirsin, ne gerisinden gidip izini kaybettirebilirsin. O da seninle gelir, peşini bırakmaz, izlerini unutturmaz. Aldığın her nefeste, attığın her adımda, gördüğün her rüyada senledir o. Ne yaşadığın ihanetleri unutturtur sana, ne çektiğin çileleri, ne kadimsiz dostları, ne doğduğun ülkenin sana yaptıklarını. O yüzden bırak, bunların hepsiyle küçük dükkanımızda yaşayalım. Bir gün vaktimiz dolduğunda, en azından terk ettiğimiz yer yabancı dört duvar olmasın. Rutubetli olsun, ama bizim olsun. Bizim parçamız, anılarımız, mutluluklarımızla dolu olsun. Yaşadığımız rutin hayatın anlamlı bir parçası, bitmek bilmez hikayelerle dolu kader evimiz olsun.

Ama dinlemiyor…

Hissediyorum, yakında hiçbir yakarışıma aldırmadan gidecek buradan. Ben de arkasından elbet. Dedim ya, onsuz yaşam benim için bir hiç.

Bu rutubetli dükkan, bu hemcinslerimle dolu hikaye yuvası, bu tik tak sesleri, bu yadigar saatlerin mekanı antikacı, çok yakında 2 parçası eksik bir şekilde kepenklerini kapayacak.
Kalan antikalar, yeni yetme saatler diğer antikacılara satılacak, ortada ne ruh, ne güzel anılar kalacak…

Hissediyorum, tam 34 gün, 22 saat, 13 dakika, 28 saniye sonra…

14 Ocak 2010 Perşembe

Sürreal patates

"Patates" dedi, "ne kadar üzgündü geçen hafta."
Öyleydi evet dedim.
"Ama bugün gayet iyiydi, tarlada hasat zamanı gelmiş, canına can katmış gibi." dedi.
"Pişirilmeyi sevmiyor, ondan" dedim. "Haşlandı haftasonu, hoşuna gitti bu."
"Haşlanmaktan değil de, belki yanındaki diğer patatesler canına can katmıştır." dedi.
"Tarifine göre değişir." dedim. "Mesela havucu seviyor, ruh ikizi zannediyor."

"Hmm" dedi. Sustum.

İkimizde, geçen hafta o patatesi onun ortadan ikiye ayırdığını bilmezlikten gelmeye devam ettik. Halbuki patates haşlansa da, ortadan ikiye ayrılınca benim işime yaramıyordu.

Keşke cesaret edip de güzelim yemeği mahfettin diyebilseydim.

Neyse, bu tarifi okur bir gün belki.