10 Mart 2011 Perşembe

Pokırfeys



Dedim ki neden gülüyorsun dedi ki çünkü yüzüm pürüzsüz, dedim ki yalan söyleme dedi ki hepsi dove yüz sabunu sayesinde, dedim ki itici oluyorsun dedi ki ph değerim tam yerinde, dedim ki bunun için kaç para verdiler dedi ki sevgilim de yüzüme bayıldı, dedim ki sen bir sabun kutususun sadece, dedi ki hayat yumuşacık bir yüzle güzel, dedim ki bir yalanın parçasısın anla dedi ki gerçekten çok etkili, dedim ki hayatta daha önemli değerler var, bak Türkiye’de her gün kadınlar onlarca tacize maruz kalıyor, tecavüz haberleri bitmek bilmiyor, töre yüzünden öldürülenler, kocası tarafından zulüm görenler, tehditler, imalar ve yaşanan onca pislik yüzünden yüzümüz kara sen nasıl böyle konuşuyorsun dedi ki hepsi dove sayesinde, dedim ki sağırsın değil mi dedi ki Türk dermatologları da dove’u tavsiye ediyor, dedim ki Türkiye’nin biraz da diğer yüzünü göster yiyecek mi dedi ki her şey bu dünyada tozpembe. Haklısın dedim, kelimelerin bittiği yerdeydim.

Foto

4 Mart 2011 Cuma

Objection!



Duruşma salonu boş gibi. İzlemeye gelen iki üç insan var. Bazılarını gözüm ısırıyor, bazıları acımdan zevk almaya gelmişler. Ellerimde kelepçelerim, hakimin karşısında tam da avukatımın emrettiği gibi duruyorum; başım öne eğik, mağrur, pişman. “Kızım,” diyor hakim, “nasıl böyle bir sorumluluğun altına girdin? Sonuçlarını tahmin edemedin mi?” Başımı yerden kaldırmıyorum, gözümden sahte gözyaşım süzülüyor (avukatım bunu nasıl yapacağımın sırrını verdi, aktörler sanırım artık beni etkileyemezsiniz). “Hakim hanım”, diyorum. “Bilemedim. Bir karar vermem gerekiyordu, benden beklenen buydu. Ben de yüzde elli ihtimalle doğru olanı yaptım.” “Küstahlaşma” diyor hakim. Af diliyorum. Geldiğimden beri suratına bakamadım, neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yok. Avukatım bunun sinir bozucu olacağına karar verdi. Hakime bakmam onu kızdırabilirmiş. Neden diye sormadım. Duruşma devam ediyor.

Görüş alanımda on yedi kalebodur parçası var. Üç kere saydım ama artık yeter, daha fazla saymama gerek yok. Ellerimle oyalanıyorum. Bu sırada avukatım bir şeyler geveliyor. Hayatın getirdikleri ve Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle ilgili. Benim de ihtiyaçlarım varmış. Üç, dört, beş ve altıncı adımları gerçekleştirmeye çalışıyormuşum sadece. İstedim be sadece, ondan! diye bir çıkış yapsam ne komik olur şimdi. Gülmemeliyim, gülmemeliyim... Sanırım suratımın vidaları gevşedi, neyse ki başım önde, gören yok. Avukatım bir iki kere öksürdü şimdi. Bu aramızdaki uyarı dili. Kısaca bana kıçını kurtarmaya çalışıyorum neye gülüyorsun gerizekalı demeye çalışıyor. E haklı. Nerden görüyor suratımı bu kadın? Duruşma devam ediyor.

Davacılar teker teker konuşmaya başladı. Sanırım çok fazla davacım var. Tam sayısını bilmiyorum ama birçok insanın hayatını etkilemişim. Önce annem ve babam geldiler. Suçlayıcı değiller ama sanırım seslerinde bir sitem var. Başımı kaldıramadığım için yüz ifadelerini göremiyorum. Umarım sen bunu hak ettin ya da ben sana söylemiştim ya da anne olunca anlarsın mimiklerini kullanmamışlardır. Ya da kullanırlarsa kullansınlar, nasılsa göremiyorum, ha ha. Tanık olarak kardeşlerimi çağırdı mübaşir. Çağır mübaşir çağır. Ne bet sesin varmış. Duruşma devam ediyor.

Kiraladığımız evi bizden önce kiralama hayalleri kuran bir çift var şimdi davacı olarak. Hakim hanım onları dinliyor. “Biz” diyor genç adam, “o evi çok sevmiştik. Orayı sevgimiz ve Ikea’nın yardımıyla yuvaya çevirecektik.” E ben napıcaktım? Lafa bak şimdi. Neyse benim şu anda konuşmam yasak. Ellere konsantre ol Cansu. Çok güzel olmamakla birlikte ne düzgün ellerim var benim. Ellerimi çok seviyorum. Öpesim geldi ama sanırım şu an biraz yakışıksız kaçar. Duruşma devam ediyor.

Sırada alt komşumuz var. “Hakim hanımcım” diye lafa başladı yalaka herif. “Geceleri o kadar çok gürültü yaptılar ki eşimle birbirimizi duyamaz olduk. Birbirimizi duyamayınca yanlış anlamaya başladık, sonra kavga etmeye... Şimdi inanır mısınız, buradan kendi boşanma duruşmama gideceğim. Ben karımı seviyorum hakim bey, ayrılmak istemiyorum. Arkadaşınıza söyleseniz de bizi ayırmasa? Üçüncü salon saat ikide mahkeme. Hepsi ama hepsi bu kadının suçu.” Sanırım şu an nasır parmağıyla beni işaret ediyor. Benim parmaklarım çok güzel. Duruşma devam ediyor.

Bir sonraki davacı kendi yerine sadece avukatını yollamış. Haliyle kim olduğunu sesinden tanımıyorum. Avukat konuşmaya başladı. “Müvekkilim maddi manevi hırpalandı bu olaydan.” diyor. Ulan sanki evini başına yıktım. Profesyönel iş hayatı ve aktif sosyal hayatı birtakım sektelere uğramış. Evden tam 3 gün çıkmamış üzüntüsünden. Aman kıçım. Ben seni tanıyorum ya, neyse ağzımı açıp tek kelime söylersem bu hakim bana sarar. Susayım ben, mağdurum. Duruşma devam ediyor.

Bunca saat nasıl acıkmadım diye düşünüyordum ki bir sonraki davacı sebebini açıklamış oldu; midem. Vücudumun parçaları bile bana isyan ediyor nasıl pislik bir insanmışsam? Onca yıl yedir içir, zevk için ye, zevk için doyur, onca çikolatayla, tatlılarla, dünya mutfağından seçmece yemeklerle besle, sonunda gelsin o da seni dava etsin. Peh. Şu an muhtemelen hakim ona bakmıyordur, çünkü ne yalan söyleyeyim, son zamanlarda aşırı çirkin bir çıkıntı haline gelmişti. “Böyle değildi eskiden” dedi, “iyi bakardı bana.” E heralde iyi bakardım güzelim, sen benim midemsin. Kalkıp neden beni dava ediyorsun orospu? “Kavgalar başladığında önce her şeyin yoluna gireceğini sandım. Sonra ilişkisi onu hırpalamaya başladıkça, o da beni hırpalamaya başladı. Çok yüklendi bana. Dur dedim, durmadı. Geri yolladım, aldırmadı. Sonra zamanla stresini bana yükledi. Başladı ağrılar. O acıyı çekiyor diye ben de acı çekmek zorunda mıyım hakim hanım?” STRESTEN BE STRESTEN ONLAR. Sen de o kadar hassas olma, ben mi dedim sana bu kadar zayıf ol diye (manen)? Neyse içimden bağırıp çağırmamın hiçbir anlamı yok. Şu an dışarda duruyor, duymaz beni nasılsa. “Başka bir bedene tayinimi istiyorum hakim bey.” Yok ebeninki. Ulan herkesin derdi ayrı bir hoş. Sen benim elime kalırsan yandın keten helvam. Neyse... Duruşma devam ediyor.

Daha neler? Evin tavanı geldi. Görüş alanıma biraz girdiği için tanıyabildim onu. Da onun ne işi var burda? “Kendime olan tüm güvenimi kaybettim hakim hanım, üç aydır bulamıyorum.” Ben mi çaldım? “Ben yıllarca nice çiftin başında nöbetçi oldum. Onları sesten korudum, soğuktan/sıcaktan korudum, hatta harcımdaki kireç sayesinde –ne kadar kaliteli malzemeden yapıldığım hakkında bilare konuşuruz- haşarattan korudum. Evlerini yuva yaptım, en özel anlarını onlarla paylaştım. Ama bu kadın...” Ben? “Bu şirret kadın...” Oha! “Bu kadın her kavganın sonunda yatağına uzanıp bana dik dik baktı hakim hanım. Önceleri benimle iletişime geçmeye çalıştığını düşünüp biraz heyecanlanmadım değil.” Ampul ondan yerli yersiz sallanıyordu demek. “Ama sonradan işinin renginin bu olmadığını anladım. Ben insan sarrafıyım hakim hanım. Siz suçluya bakar, sesinden, savunmasından, dış görünüşünden masumiyetini anlarsınız, ben de yaydığı enerjiden. Bana sadece negatif enerjisini yolladı bu kadın. Önce bulunduğum odayı, sonra tüm evi bu enerjiyle kapladı. İnanır mısınız, şimdi eve bir parapsikoloji uzmanı ile gitsek, tavanda katman katman katot bulur hakim hanım. Sadece bu da değil, üzerimdeki her kıvrımı sürekli daha farklı bir şeye benzetmeye kalkıştı bu deli kadın. Hepsi aynı olmasına rağmen, her gün değiştiğini iddia etti. Öyle bir şey yok hakim hanım, benim karakterim sağlamdır, değişmem. Ustam öyle uygun görmüş, o kıvrımlarla yaratmış beni. Bu kadının o kıvrımları ne Türkiye haritasında Hatay’a benzetmediği kaldı, ne dayısının kızı Yasemin’e. O benzettikçe ben de gücümü ve harcımı sonuna kadar kullanarak kıvrımlarımı belirginleştirdim, parlaklık verdim, ama o iflah olmadı. Sürekli beni bir şeylere benzemekle suçladı. Bu kadın yüzünden en sonunda ben de kendimi sorgulamaya başladım hakim hanım. Bu kadın özgüvenimi yitirmemi sağladı. Halbuki bunlardan önce eve bakan çift ne şirin, ne tatlıydı. Biraz önce koridorda karşılaştık onlarla, beni tanımadılar. Düşünebiliyor musunuz, beni ta nı ya ma dı lar. Bu şirret kadın yüzünden öyle büyük bir bunalıma girdim ki üzerimdeki tahribat yüzünden kimsenin karşısına çıkamaz hale geldim. Ben ki 24 yıldır görevimi büyük bir mutlulukla yapan yatak odası tavanı, bakın ne hallere geldim... Davacıyım, bunu tavansız bir hapse atın hakim hanım.” Söyleyecek tek kelimem yok, şu ana kadar çıkanlar arasında en haklı davacı sanırım o. Duruşma devam ediyor.

Beni daha kaç kişi suçlayacak bilmiyorum. Bir karar verdim, sadece bir karar. Onca katil, kaçakçı, hırsız ortalıkta dolanırken benim neden üzerime bu kadar geliniyor? Avukatım bile benden nefret ediyor. Bu davayı da sadece bu kadar imkansız bir davada bile, bir nebze olsun indirim alırsa ünleneceğini düşünerek aldı. Sürekli bana emirler veriyor. Sürekli hakim beni azarlıyor. Davacılarım bitmiyor. Kendi bedenim bile bana ihanet ediyor. Ben ise yerdeki on yedi kalebodur ve güzel ellerim dışında kimseyle iletişime geçemiyorum. Suçlu bulunursam, ki bulunacağım kesin gibi, hakimin yüzüne bakıp sen hayatında hiç mi hata yapmadın be allahsız demek istiyorum. Ama hala yüzümü yerden kaldırıp bakacak cesareti bulamıyorum. Çünkü hakimin ben olmasından birazcık tırsıyorum.



Foto

22 Şubat 2011 Salı

deve-cüce




Cüceye sordum orada havalar nasıl diye. Cüce dedi ki saçmalama, aramızda taş çatlasa 1 metre var, o da taş çatlasa. Taş çatladı sonra, anladım ki gece gündüz arasında büyük derece farkı var. Öyle demişti coğrafya hocam, taşlar çatlar, kuma döner, çöller oluşur demişti. Havada demek ki çöl sıcağı var. Deveye sordum orada havalar nasıl diye. Deve dedi ki saçmalama, aramızda taş çatlasa 1 metre var, onun da lafı mı olur canım? Taşı meğersem deve çatlatmış. Çöl sıcakları deve yüzündenmiş. Develer o yüzden çölleri severmiş. En rahat çöl sıcaklarında yaşarmış. Ben de gittim taş taş üzerinde bırakmadım. Deve olmadığımı unuttum, deve için uygun ortam olsun diye, evimi bağımı harcadım. Nerden bilebilirdim devenin samimiyetsiz olduğunu? Şimdi cüceyle yakın arkadaşız, arada buluşup ayakkabı çalıyor, içine girip, evcilik oynuyoruz.

Foto

16 Şubat 2011 Çarşamba

Adalet



Biz buralarda böylelerini sevmeyiz aslında.

Barınamaz yani annatabildim mi. Suçun da adabı vardır, işlediysen işledin, sebeplerin vardı. Kader mahkumuyuz hepimiz burada annatabildim mi. Durup dururken kimse katil olmaz, kimse hırsız olmaz. Şeytana uyduk, yaptık hepimiz. Hiçbirimiz anamızın karnından suçlu doğmadık annatabildim mi. Kaderimiz böyleymiş, çekiyoruz. Ben mesela aç kaldım, çocuklarım aç kaldı. Gözüm döndü, gittim Necati abinin dükkanını soydum. Neden? Çünkü evde bebe süt bekliyordu, karı ekmek bekliyordu. Allah bana 5 çocuk nasip etti. Beşi de görsen, pırlanta gibi. Kısmetleriyle gelirler dedik. Zaten günah öyle çocuk aldırmakmış falan dinimizce. Cahil adamız, engelleyemedik de. Ne yaptıysam çocuklarım için yaptım ben, annatabildim mi. Kısmetse 5 ayım kaldı. Çıkınca tövbe. Bulucam doğru düzgün bir iş. Çöpçülükse çöpçülük, hammallıksa hammallık, kölelikse kölelik... Çocuklar da, hanım da perişan bensiz annatabildim mi.

Ama bu it öyle mi? Gitmiş öldürmüş. Hadi cinnet anıydı, canına kast etmişti dersin, anlarsın. Burada hepimiz kader mahkumuyuz. Ya bu it? Gitmiş acımadan bir daha öldürmüş, bir daha öldürmüş. Yetmemiş, günahsız zavallı bir kızcağıza, tövbe estafurullah tecavüz etmiş. Benim de gelinlik çağında kızım var, annatabildim mi. Böylelerini taksim meydanında sallandıracaksın, ibret olsun tüm şerefsizlere diye. Şimdi bu herif çıkıyor. Beraat ediyor anlayacağın yarın. Ben hala eve ekmek götürmek istedim diye burdayım. Annatabildim mi. Hak mı bu? Adalet mi? Takdir-i ilahi yazıyor bunların hepsini ama, gün gelecek hepimiz karşısına çıkacağız. Hadi ben bebelere, karıya bakmak için yaptım, çok da pişmanım diyeceğim. Ya bu it ne diyecek? Diyecek lafı mı var? Gidecek cehennemin 7. katına, görecek çok afedersin ebesininkini. Bu ülkede hak hukuk yok, bak bu it çıkıyor yarın. Diğer dünyada dürülecek defteri inşallah. Şerefsiz it. Ben de tüküreceğim diğer tarafta suratına. Hepimizin hepimiz üzerinde hakkı var. Soracak allah hakkını helal ediyor musun buna diye. Hayır diyeceğim, böylelerine hak helal edilir mi? İtin dölü, namussuz.

Biz buralarda böylelerini sevmeyiz, annatabildim mi. Yaşatmayız, erkenden yollarız öteki tarafa. Ya da bu deliğe girdiğine gireceğine pişman ederiz. Bütün işleri yaptırırız, tehdit ederiz, malını elinden alırız, gerekirse işkence ederiz, annatabildim mi. Böyle itler buna layık, buraların adaleti böyle. İşine gelmiyorsa yapmayacaktı. Mapus kanunlarını herkes bilir, annatabildim mi. Burada dışardaki kanunlar geçmez, bizim adaletimiz böylelerini analarının karnından doğduğuna pişman ettirir. Bu yüzden dışarda gürleyen burada pısar. Pısacak tabi şerefsiz itin dölleri. Ama buna kanun nizam geçirmedik. Daha doğrusu geçiremedik. Beceremedik. Bak bu koğuş 25 kelle. 24 kelle bir iti sindiremedik. Neden? Çünkü biz de insan evladıyız. Korktuk gazabından. Hepimizin anası, karısı, bebeleri var. Hepsi inanır mısın yollarımızı gözlüyorlar. Bu it insan değil ki, insan azmanı. Endamına bak herifin, tek başına üç, bilemedin iki buçuk adam. Kollar desen bacak boyunda. Tip desen şeytan görse korkar arkamıza saklanır. Bu iti burada değil, neydi o zindanlar, yedikule mi ne, orada saklamak lazım. Böylesi adamı keser de asar da. İtde vicdan yok ki, insaf yok ki, karartmış gözünü 5 kişinin canına kıymış. Mapusa girmiş girmiş çıkmış. İflah olmamış. Biz mi iflah edeceğiz bunu, peygamberi gelse edemez.

Bizim de bekleyenimiz var, annatabildim mi. Böylelerine bulaşırsan sonun kötü. Bak bu itin ranzasında bile kimse yatmaz. Masasında kimse oturmaz. Tırstık elin canavarından tırstık. Bak burada 25 kelle var, 24’ü erkekliğinden utansın, nağmerde bir sille atamadık. O kocaman ellerle bir tokatlasa adam öldürür, gözüne gelmez, içi sızlamaz. Böylelerini zindanda tutacaksın, annatabildim mi. Bu itin yeri mapus değil, bize yazık, vallahi de billahi de bize yazık. Anam bacım olmasa, annatabildim mi...

.......


Yarın çıkacağı doğrudur.

En başından beri sakin, düzenli cezaevimize böyle bir suçlunun gelmesini istemedim. Bakın burada hırlısı var, hırsızı var, adam öldürmüşü var, sahtecilik yapanı var, uyuşturucu satanı/müptelası var... Ama böylesiyle karşılaşmak zor. Nizam benim için önemli, cezaevimin adının geçeceği herhangi bir haber beni derinden yaralar. Gözüm makamımda değil, ben işimi severek yapıyorum. Müdürü olduğum devlet biriminin de adının orada burada geçmesini istemem.

Burada 27 personelimiz var. Her gün düzenli eğitimlerimiz var, atölyemiz var, kütüphanemiz bile var. Sanırsın ki okul, cezaevi değil de Geçenlerde bahçeyi bile düzenledik. Mahkumlarımız yaptı hem de. Bakın onları topluma kazandırmak için neler düşünüyoruz. Kim bu cezaevine kötü diyebilir ki efendim?

Disiplin odalarımız da mevcut tabi, o televizyonda gördüklerinize bakmayın. Abartıyorlar. Biz suçlularımıza kanunlara uygun yaptırımlarda bulunuyoruz. Bakıyoruz ki koğuşta huzursuzluk yaratıyor, kaçma girişiminde bulunuyor, dışarıdan kanuni olmayan maddeler içeri sokuyor, dersini alması için disiplin koğuşuna koyuyoruz. Yok dayakmış, yok işkenceymiş, yok böyle şeyler efendim. Burası kurallara uyan 27 personelli, düzgün bir cezaevi. Burada herkes işini kanunlara uygun şekilde yürütüyor. Siz de hak verirsiniz ki bu kadar suçluyla uğraşmak zor. Arada tabi ki bazı aslı olmayan haberler çıkıyor. Bu kadar suçlunun olduğu yerde böyle dedikoduların dönmesi normaldir efendim. Kimse gelip bize sormuyor ki aslı astarı var mı diye. Olduk olmadık yazıyorlar gazetelere. E napalım, cevap verip devletin memurunu onların seviyesine mi düşürelim? Hiç devletin koca memuruyla koğuştaki suçlu bir tutulur mu efendim, olacak iş değil.

Burası kalabalık bir cezaevi. Koğuşlarımız 24 kişilik, gerekirse 30’a kadar çıkarıyoruz. Bunca suçluyla uğraşmak zor. Devletimiz af çıkarıyorsa bir bildiği vardır. Bunca suçluyu besliyoruz, bunun sadece yemeği yok, elektriği var, suyu var, eğitimi var, var da var... Bazı kanunların değiştirilmesi, afların yaşanması çok normal. Devletimiz hangi suçlara ne kadar af vereceğini bilemeyecek mi? Haşa.

5 cinayeti, 4 gaspı, 1 tecavüz suçu olduğu doğrudur. Gelmesini inanın ne personelim ne ben istemedik. Ama devlet böyle uygun görmüşse boynumuz kıldan ince. Şimdi yine yüce devletimizin kanunlarıyla affedildi. Bize bir şey söylemek düşmez, devletimiz uygun gördüyse napalım efendim? Bir bildiği vardır elbet. Bakın ben tam 32 yıllık cezaevi müdürüyüm, kimseye ne yapacağımı soruyor muyum? İşimi benden iyi kimse bilemez, nizam dedin mi, disiplin dedin mi orada bir dur derim. O benim işim çünkü. Bakın burada 27 personelim var, her şey tıkırında. Suçluların yemekleri düzenli veriliyor, topluma kazandırılmaları için uğraşılıyor, kimse bunların yanlış olduğunu söyleyebilir mi efendim? Söyleyemez, çünkü devletimizin kıdemli bir müdürü var bu cezaevinin başında. E ben şimdi kalkıp devletimizin hakiminin işine nasıl karışırım? O memurumuz işini bilmiyor mu? Tabi ki biliyor, böyle uygun görüldü, çıkacak.

Sevinmek ya da üzülmek bana düşmez. 32 yıllık müdüriyet hayatım boyunca hiçbir suçlu ile kişisel bir iletişime girmedim, haşa. Adam kayırmak bizim işimiz mi efendim? Biz işimizi doğru düzgün yapmaya çalışıyoruz sadece. Sağolsun valimiz emeklerimizi görüp bize bir teşekkür plaketi bile yaptırdı. Orada, duruyor işte. Gittiğine ne sevinirim, ne üzülürüm. Yarın belirtilen saatte çıkarılacak. Bize bir şey söylemek düşmez. İşlemleri kanuna uygun şekilde yapılacak.

......

Üniversitede psikoloji okudum. Ayrıca insan davranışlarını daha iyi kavrayabilmek adına tıptan birkaç 1. sınıf dersi aldım. Genetik ve nörolojiye genel hatlarıyla hakimiyetim var. Şimdi de master’ımı yine psikoloji bölümünde, suça eğilim sebeplerini araştırmak üzere yapmaktayım. Tezim geniş bir yelpaze ile suça eğilim sebeplerini ele alıyor. 3 genel başlığa ayırmak gerekirse; kişilik bozuklukları, ruhsal bozukluklar, sosyal ve çevresel faktörler.

Şimdi konuya önce hukuki yönden bir bakalım. Ülkemizde ruhsal bozukluğu olan hastaların işlediği suçlardan sorumlu olup olmadığı adli tıp tarafından tespit ediliyor. Burada karşımıza isnad kabiliyeti çıkıyor, yani kişinin anlama ve isteme yeteneği. Çocuk yaştaki suçlular, psikozlar, duygulanımla ilgili bozukluklar, organik kökenli ruhsal bozukluklar, uyurgezerlik bozuklukları bu kabiliyetin eksikliğini doğurduğu için cezayı hafifletiyor ya da alınmamasını sağlıyor. Bu kişiler tam akıl hastalığı ve kısmi akıl hastalığı olmak üzere ceza hukukunca ikiye ayrılıyor ve cezai işlemleri buna göre veriliyor. Kişilik bozuklukları ise psikopati, sosyopati ve antisosyal kişilik bozukluğu olarak 3 kategoride değerlendiriliyor fakat bu bozukluklara sahip suçluların cezai ehliyetleri tam olarak öngörülüp, herhangi bir ceza indirimi alamıyorlar. Sosyal ve çevresel faktörlerin sebep olduğu suçlar, herhangi bir kategoriye birebir girmezken, göz önüne alınarak yargılanıyor.

Bunlar dışında ruhsal bozukluklar kategorisine alınabilecek ancak hukuk tarafından herhangi bir şekilde tanınmayan, geçmişte tartışmalara sebep olmuş, kalıtsal bir engel olarak bazı çevrelerce tartışılan bir kategori daha var. Bozuk kromozom yapısı. Kadın XX, erkek ise XY kromozomlarına sahiptir. Döllenme sırasında oluşan bazı sapmalar bu kromozomların XXY ya da XYY şeklinde oluşmasına sebep verir. 1960’larda suçlular üzerinde yapılmış bir araştırmada XYY kromozomlarına 12 kat daha fazla rastlandığı tespit edilip, bu araştırmadan sonra çeşitli ülkelerde suç hafifletici sebepler kapsamına kalıtsal bozukluk başlığıyla alınmıştır. Özgür iradeyi etkilediği öne sürülen bu kromozomlarla ilgili tartışmayı ABD’de yapılan yeni bir araştırma sonlandırmış, bu kromozomların şiddetten ziyade zeka geriliğine sebep olduğu tıp tarafından kabul görmüştür. Ruhsal hastalıklara tek bir genin değil, birden çok genin etkileşiminin sebep olduğu kabul edilmekte, tek bir kromozom bozukluğunun hukuki süreçte kabul görmesinin mümkün olmadığı düşünülmektedir. Bu kromozomun sebep olduğu zeka geriliği bozukluğu, hukukta kendi kategorisinde değerlendirilir.

Sosyal ve çevresel faktörlerin kapsadığı yetiştirilme tarzı, aile yapısı, düşük sosyo-ekonomik yapı, toplum normları, sevgi yoksunluğu, hatalı ve eksik eğitim, baskıcı disiplin yöntemleri, işsizlik, göç ve sebep olduğu kültür çatışmaları, çocuk istismarı, gecekondulaşma, gelenek-görenekler, parçalanmış aile, suçlu bireylerin örnek gösterilmesi, yazılı ve görsel basında şiddetin sürekli vurgulanması, özendirilmesi, çıkan afların suç işleme korkusunu hafifletmesi gibi sebepler, suç işleyen bireylerde genel olarak görülen, sosyal araştırmalar sonucu ortaya çıkmış gerçekler.

Tüm bunlara istinaden 5 cinayet, 4 gasp, 1 tecavüz suçu olan hükümlünün adli tıptan alınmış herhangi bir raporunun olmaması ruhsal bozukluklar kategorisini elese de, kişilik bozukluğu ve bulunduğu sosyal-çevresel yapının durumu ile ilgili bize bazı ipuçları veriyor. Şu an aftan yararlanıp tekrar topluma karıştığunda suçlarını tekrar etme ihtimalinin oranı, ayrı bir araştırma konusu olarak incelenebilir.

........


Dışarı salıyorlarmış. Yarın.

Bana pis elleriyle dokunduğu her anı düşündükçe her gün ölüyorum. En azından yarın, onu öldürüp, son kez ben de öleceğim. İşin kötüsü öldükten sonra yine onunla aynı yere gideceğim. Adalet burada yok, diğer tarafta da. En azından kendi adaletim var artık. Bana o yeter, bir de dedemin beylik tabancası.

.........

Yarın çıkıyorum.

Hüseyin’i bulayım bana bir yer ayarlasın. Sonrasına bakarız.

.........


Foto

1 Şubat 2011 Salı

Ah şu tabelalar



Yılbaşının hemen ertesi günü. Sarıyer börekçisine topluca gidiyoruz ama midem berbat. Arabanın yaptığı her kaviste ağzıma geliyor içkiler, mezeler, kestaneli zavallı hindi. Biraz başım ağrımasına rağmen mutluyum. Mükemmel olması gerektiği söylenen bir gecenin hiçbir zaman mükemmel geçmeyeceğini öğrenecek kadar yaşa, çok güzel geçtiğini anlayacak kadar deneyime sahibim çünkü. Çok güzel bir geceydi ama araba tutuyor şu an beni. Güzel gecenin artıklarıyla arabayı süslemek istemiyorum.

Sol lobum onun bacağının üzerinde. 4 kişi ufacık aracın arkasına sığışmaya çalıştığımız için oldu aslında her şey ama sorun değil. Sevgilim sonuçta. Bir yandan da göz ucuyla rahatsız olup olmadığını kontrol etmek gerek tabi. Ben de 45 kilo sayılmam.

O kadar uzak, o kadar uzak bir yerdeyiz ki şehir denen şeyi görebileceğim işaretlere henüz tanık olmadım. Yani mesela daha hiç süper market göremedim. Yolda yürüyen topuklu ayakkabılar yok, ya da sokakta dolaşan simitçi. Onlar yerine inekler var, çamurlu yollar var, birkaç kurşun yemiş, eğilmiş, bükülmüş tabela var.

Tabelalarla alıp veremediğimiz nedir? Neyin simgesi ki kurşunların hedefi her defasında? Eğer istatistiği yapılıyorsa tahminimce belli bir ırka ya da özelliğe mensup kurbanlar arasında sanırım birinci sırada yer alır. “tabela İt. tabella (tabe'la, l ince okunur) 1. Üzerinde tanıtıcı, belirtici bir yazı, açıklama, işaret veya resim bulunan, tahta veya sac parçası, levha:” Hepitopu bir levha. Tanıtıcı, belirtici açıklamalara ihtiyaç da duyar aslında halkımız, adını sormadan önce nerelisin diye sorar, kürt müsün diye sorar, göçmen misin diye sorar, ne kadar maaş alıyorsun diye sorar. Böyle böyle tanır, nöronlara der ki bunu buraya koy, muamelesi orada görülecek. O halde şehir tabelaları neden hoşumuza gitmez? Yaşadığımız koca şehirde bizim aslında ne kadar küçük olduğumuzu mu hatırlatır egosuna zeval gelmeyen bünyemizde, ya da yükseklerde hissederken birden rakıma mı takılır gözler de inişe geçirir bizi? Yol ayrımları önceden ezberletilmiş bilgiler değil de kendi seçimlerimiz olduğunu mu hatırlatır? Daha da acısı, bu gerçekliğin yüzümüze vurulması mı bizi bozar?

Bilemiyorum, bunu bir araştırmak gerek.

Yol devam ediyor ve bitmek bilmiyor. Radyoda şansa çıkan şarkıların biri iyi, biri kötü. Fena bir ortalama da değil bu. Radyolarla aram olmadığını düşünürsem ertesi gün hediyesi olarak da görebilirim tabi. Pozitifim bugün, melankoli yok.

Sarıyer’e vardık, vardığımız gibi şehir bize nerede olduğumuzu hatırlatırcasına oyununu oynadı. (henüz unutmamıştık ki?) Arabayı park ederken dikiz aynasına çarpan ve umarsızca yoluna devam eden bir şehir ayısı geçti hemen yanımızdan. Ben lobumu hissedemediğimi fark ettim, arabadan çıktım hemen, olay yerini inceliyormuş gibi. Bu tatsız durumu unutmak adına börekçiye attık kendimizi. Az patates, az peynir, az kıyma 1 buçuk olsun abi.

....

Şu an tabiri caizse göt donduran soğuğunda ikimiz sahilde yürüyoruz. Sahilde yürümek martı sesleri, şirin kayıklar, lüks yatlar olarak kodlanmıştır ya, hiçbirinden eser yok etrafta. Martılar dün geceki havai fişeklerden korkup ruhlarını teslim etmişler, denizde leşleri öylece karaya çarpıp duruyor. Şirin kayıkların ve lüks yatların yerini de büyük yük gemileri almış durumda. Sahil değil, Las Vegas’ta Korku ve Nefret. Neyse yine de çok önemli değil, yolun sağındaki saçmasapan yapıları incelemek aklıma erken geldi çünkü.

Tarihi, pörsümüş binalar ve bakımsız balıkçılar sağda sıra sıra dizilmişler. Balıkçıların camlarındaki çirkin 2011 yazıları dikkate şayan. Büyük harflerle başlayıp sona doğru incelen fonetikleri ile yurdum esnafı beni şaşırtmadı. Şaşırtan daha başka, nasıl desem, daha başka bir ayrıntı.

Camlarına 2010 yazan bir balıkçı restoranıyla karşılaştı gözlerim. Adam 2011’i reddedercesine iddialı büyüklükte yazmış bunu. Her cama bir rakam gelmek üzere. İşin daha da garip kısmı rakamlar ters, yani içerdeki insanlar okusun diye ters yazılmış. İçeride yeni yıla girmek istemeyen bir güruh bulunmuş sanırım dün gece. Her yılın bir öncekinden daha tatsız olduğunu düşünsem de, değişen tek rakam insana biraz olsun mutluluk veriyor. Bu adamların alıp veremediği nedir?

Belki de 2011’de başımıza gelecek felaketlerden (öyle mi?) haberdarlar. Bilemiyorum.

Elimi tutan adam iki gün sonra başka bir ülkeye gidecek. Zaten geleli on gün olmamıştı. Daha elinin sıcaklığı elimi ısıtamadan gidiyor yani. Doğru mu yaptığımız, yanlış mı diye düşünmek yerine şu anı birlikte paylaşmanın derdindeyiz. Anın güzelliğini yakalamak önemli. Solumuzda ölü martılar, sağımızda virane dükkanlar, ortalarında biz. Ne kadar fotoğrafik değil mi?

Böyle düşününce kadraja girenler çok hoş değil ama yine de mutluyum. Israrla mutluyum. 2011’e girdiğimiz için değil (felaketler olacakmış zaten, balıkçı lokantasının yalancısıyım), temiz hava yüzünden de değil, herkes işe gidecekken, sonraki günlerde bol bol dinleneceğim için de değil. Gösterdiğim herhangi bir ayrıntıya ne demek istediğimi anlayarak bakan iki koca gözle birlikte, şu buz gibi sahilde yürüdüğüm için. Donduğu halde beni mutlu etmek için Sarıyer’in yarısını arşınlamaya ses etmeyen bir eli tuttuğum için. Ve o el, elimi ısıtmaya bunca uğraştığı için. İki gün sonra elimi ısıtmak için sobaya yaklaştırıp yakacak olma gerçeğim de şüphesiz şu an çok umrumda değil.

Benim neler düşündüğümü, olaylara hangi perspektiflerden baktığımı çok bilmiyor. Her gün kendime karşı ne kadar acımasız eleştriler yaptığımın henüz farkında değil. Başardıklarım ve başaramadıklarım da çok umrunda değil. Öylece bakıyor. Gözlerindeki umut, sevgi, içtenlik içimdeki kibiri, mutsuzluğu ve melodramı o an için alıp götürüyor.

Hiçbir zaman hayattan tam anlamıyla tatmin olamayacağım gibi acı bir gerçek var. Bunun farkındayım. Bu soğuk günde, bu berbat sahnede, bu mide bulantısıyla bile hayatın dramatikliğini düşünmüyorsam, bu bana bir artıdır bence. Hayatıma artı iki koca göz eklendi, önümü daha net görebiliyorum artık belki de. E daha ne, değil mi?

Ama 2 gün sonra gidiyor. 2482.68 km uzağa. 38 metre eklenmiş bir rakıma.

Tabelalarla alıp veremediğimiz nedir? Neyin simgesi ki her defasında kurşunlanır? Onlar bize mesafelerin uzunluğunu, yolların çokluğunu, tercihler yapmak zorunda olduğumuzu hatırlatır. Tabelalar ayrılığı hatırlatır. Sınırları, çaresizliği, zamanın izafiliğini ve beklemenin ne kadar berbat bir his olduğunu hatırlatır. Tabelalar içimizdeki kırılgan, ince damardır. Diğerleri kalbe kan pompalarken, onlar sıkıştırır, kalp ağrısı yaratır. En doğrusu, by pass ile bir an önce intikamımızı almaktır.

Bunu unutmadan not edeyim; "en yakın zamanda bir silah edin."

Foto

24 Ocak 2011 Pazartesi

Deli mi ne?




Bir gün bir deli kasaba meydanına bir çember çizmiş ve içinde yaşamaya başlamış. Önce gülüp geçmiş kasabalı, deli işte, ne yapsa yeridir demişler. Günler geçmiş, başka bir deli hemen onun yanına bir çember çizmiş. Yine gülmüşler. Sonra bir diğer deli, sonra bir tanesi daha. Kasabalının yaşam alanı daraldıkça rahatsız olmuş bu durumdan. Yollarda yürürken çemberlere girmemeye çalışıyorlarmış çünkü deliler hır çıkarıyormuş. Herkes itiş kakış yaşamaya başlamış. Sonra herkes birer çember çizmeye başlamış. Öyle ki uzaydan bakınca bir su birikintisine taş atınca oluşan görüntü gibi olmuş her yer. Çemberler fazlalaştıkça insanlar birbirinden kopmaya başlamış. Önce komşuluk bitmiş, sonra arkadaşlık. Herkes çemberini büyütmeye, doldurmaya başlamış. Gel zaman git zaman delilerden biri çıkmış tekrar ortaya, bu yandaki çember bana büyük tehdit demiş. Çember sahipleri hadi be ordan demişler. Deli hunisini çıkarmış, yuvarladığı kağıt parçalarını içine koyup üflemek suretiyle her gün yan çemberdekilerin kafasına atmaya başlamış. Bu süreklilik rahatsız etmiş diğer çemberin sahiplerini. Taş ile karşılık vermişler. Deli ölmüş. Bu sefer etraftaki çemberler boşalan alanı paylaşma hırsına düşmüşler. Etrafta patatesler, domatesler, taşlar, sopalar uçmaya başlamış. Güçlü olan kazanmış. Diğerlerine de demiş ki; buraya girebilirsiniz, ama önce bana götünüzü göstereceksiniz. Çembere girmek isteyen herkes götünü göstermeye başlamış. Lobunu beğenmediğini içeri sokmuyor, beğendiğini sokuyor, bazılarını da sadece sikip bırakıyormuş büyük güç. Günlerden bir gün biri bu duruma isyan etmiş, eskiden buralar dutluktu, biz de rahat rahat yiyorduk bu dutları. Ne oldu da bu hale geldik demiş. Sonra herkes olduğu yere çöküp kalmış, düşünmeye başlamışlar. Kimse geçmişte, ilk taşı atan deliyi hatırlamamış...

Foto

20 Ocak 2011 Perşembe

Logi



Uzuuun uzun baktım ona. Çok özlemiştim. Ne zamandır zaten hep aklımdaydı, özellikle geceleri. Bazen saatler geçmek bilmiyor, uyku bir türlü gelmiyordu. Başka şeyler düşünmeye çalışıyordum ama işe yaramıyordu. Ben düşünmemeye çalıştıkça beynime daha da kazınıyordu. Özellikle de kokusu, o kokusu yok mu? Tüm işimi gücümü bırakıp ona koşuyordum, onla konuşuyordum, ondan konuşuyordum. Çocukluğumdan beri devam eden bir tutku bu aslında. Ne zaman, nasıl başladı bilmiyorum, bir şekilde tanıştık onunla. Tanıştığım andan itibaren onu bir daha bırakamayacağımın farkına varmıştım. Bir yandan ona sahiptim, bir yandan yetinemiyordum. Aynı anda etrafımda düzinelerce olsa yine yetinemeyecektim. Aşktan da öte bir duygu bu, hastalıklı bir tutku. Anlatılmaz, tadılır. Bana zarar verdiğinin de farkındayım ama kendime engel olamıyorum. Şu an karşımda ve ben, garsonun masaya tuzu getirmesini daha ne kadar bekleyebileceğimi bilmiyorum. Mantı; seni deliler gibi seviyorum.

Foto

19 Ocak 2011 Çarşamba

Arayış



Bir çember çizmiştim kendime, içerisi eğlenceli gibiydi. En azından her kavisi tanıdık, her ayrıntısı göze aşina idi. Sonra bir çember yaklaştı, benimkisiyle kesişti. Kesişim kümesinde buluştu benle diğer ruh. Önce döne döne dans ettik kümenin içinde, sonra karıştık birbirimize. Bir baktık, 2 ruh tek bir insan olmuşuz. Güzel bir insan hem de. Sonra onun çemberi hareketlendi yine, kesişim kümesi yavaş yavaş küçüldü, sonra tamamen yok oldu. O da kendi çemberiyle gözden kayboldu. En son hatırladığım diğer ruhun benden sıyrılışıydı. Güzel insan da, ruhun gidişiyle güzelliğini kaybetti, sade, hatta biraz sıkıcı bir insan olarak benle çemberimde kaldı.

Şu an can sıkıcı bir insan ve bir ruh olarak hayatımıza devam ediyoruz. Günler geçmiyor. Etraftaki çemberlere bakıyoruz. Gözlerimiz diğer ruhu arıyor. Çoğu zaman çemberden çıkmaya cesaret ediyorum, gidip onu bulurum belki diye. Ama dışarısı çok soğuk diye yapamıyorum. Ruhlar çok soğukta yaşayamaz. Ama böyle de hayat çok çekilir değil. Belki bir gün yine onunla çemberlerimiz kesişir diye dua ediyorum. Can sıkıcı insanla tek başıma daha fazla yaşamak istemiyorum.

foto

18 Ocak 2011 Salı

Sorgu


Beni seviyor aslında. Yumuşak huyluyum, onu rahatlatıyorum, huzurlu bir gece geçirmesini sağlıyorum, yalnızlık duygusunu hafifletiyorum, bir sevgilide aradığı neredeyse her şeyi bende de bulabiliyor. Bana güveniyor. Başı ağrıdığında hemen bana geliyor. Morali bozuk olduğunda gözyaşlarını içime akıtıyor. Yorgun olduğunda bir tek beni görmek istiyor. Sırlarını bana açıyor ki onları çok iyi tutuyorum. Çok konuşmuyoruz, ilişkimizde ben dinleyiciyim zaten. Ama bana sarılıyor, hep sarılıyor. Bazen anneye sarılır gibi, bazen sevgilisine, bazen de sadece yalnızlığına sarılır gibi. Susarak onu teselli ediyorum. Sözcüklerin yerini sonsuz sessizliğin huzuru alıyor. Ben onu tüm hayal kırıklıklarıyla, üzüntüleriyle, mutluluklarıyla, kıskançlığı, umarsızlığı, vefasızlığıyla seviyorum. Aşk dediğin böyle bir şey zaten; koşulsuz tapınma. Ona verebileceğim her şeyi sonuna kadar veririm, gerekirse bu uğurda kendimi parçalarım, gözümde hiçbir şeyin önemi yok. Gerçekten yok. Bazen bana hiç hak etmediğim şekilde davranıyor. Hatta... Bunu söylemek çok acı ama beni başkalarıyla paylaşıyor. İlk başlarda bu durum dayanılmazdı ama sonrasında alıştım. Arada sırada tanımadığım vücutların soğukluğunda geceyi geçiriyorum. Hayır hemen bunun ne kadar kötü bir durum olduğunu düşünmeyin. Dedim ya, ben alıştım ve hiçbir şey gözümde değil. O böyle mutlu oluyorsa ben her türlü duruma katlanabilirim. O benim için dünyadaki tek gerçek.

Geçenlerde bana bir mektup verdi saklamam için. Tabi ki canım pahasına saklayacaktım. Onun güzel parmaklarının dokunduğu kalemle yazılmış, hayranı olduğum kelimelerle döşenmiş, onun saflığı kadar bembeyaz bir zarf içinde bir mektup. Kime olduğunu söylemedi, biraz durgun gözüküyordu. Üzerine gitmedim, zarfı sakladım. Aradan günler geçti. Sevdiceğim fark edilir şekilde duruldu, içine kapandı. Artık benimle daha fazla vakit geçiriyordu, dışarı çıkmıyordu çünkü. Evde sevdiceğimle hep birlikteydik. Bu durum her ne kadar hoşuma gitse de bir yandan da beni çok üzüyordu. Gözümün önünde gün geçtikçe zayıflıyor, çöküyor, eriyordu. Uzun süre benden zarfı da geri istemedi, ben de konusunu açmadım. Bazen bana bir şarkı mırıldanıyordu, mutlu oluyordum. Birkaç kere birlikte film izledik. Sevdiceğimin yüzü anlık gülüyordu, o filmi izlerken ben de onun tebessüm eden yüzünü izliyordum. Ne kadar güzel olduğunu düşünürken birden tekrar duruluyor, eski, mutsuz haline geri dönüyordu.

Onunla konuşmayı çok düşündüm ama bir türlü konuyu açmaya cesaret edemiyordum. Bazen bakışlarındaki yardım çağrısına kayıtsız kalamıyor, ona haydi yapalım şunu diyordum. Beni duymazlıktan geliyordu. Onu anlıyordum. Bana ara ara anlattıklarından onu üzen olayı çözmüştüm. Birini seviyordu, başkasına ait birini. Tek bir kararıyla sorunu ortadan kaldırmaya razıydım ama cesaretsizlikten mi, ona olan aşkından mı bilmiyorum, bir türlü harekete geçmiyordu.

Sonra nasıl olduysa bir gün benden mektubu istedi. Önce vermeye çekindim ama başka bir çarem olmadığını görünce pamuk ellerine tutuşturdum zarfı. Zarf gitti, sevdiceğim eridi. Sevdiceğim eridi, bir türlü cevap gelemedi. 1 hafta sonra, cevap yerine o geldi. Sevdiceğimin bedeni onun karşısında bir yaprak gibi titriyordu, zaten hüzün ve mutsuzluktan yüzü sapsarıydı. Sonbahara olan benzerliği ile beni bir kere daha büyüledi. Ben ona bakıyordum, o adama. Adam ona tükürükler saçarak bağırıyordu. Nasıl yaparsın diyordu, ailemi parçaladın diyordu, hayatımı mahfettin diyordu, karıma o mektubu nasıl atarsın orospu diyordu... Bu arada radyoda cızırtılı şekilde mazi kalbimde bir yaradır çalıyordu. Sevdiceğim bu şarkıyı pek bir sever. Adam sinirinden önce radyoya bir tekme attı, sonra sevdiceğime bir tokat. İşte o an içim parçalandı, sussam gönlüm razı olmazdı, konuşsam sevdiceğim beni bir daha asla affetmezdi. Kapadım ben de gözlerimi, kulaklarımı, komada olan bir hasta gibi soyutladım kendimi bulunduğum yerden.

Gözlerimi açtığımda adamın başı kanlar içinde, yerde öyle yatıyordu. Sevdiceğime ambulansı araması için yalvarıyordu. Sevdiceğim elindeki vazo ile ona öylece bakıyordu. O zaman dedim ki tam sırası. Haydi, bitirelim bu işi. Bak buradayım, senin için kendimi fedaya hazırım.

Bana baktı, sonra ona, sonra yine bana... Yanıma geldi, beni kucağına aldı, sarıldı son kez. Adama yaklaştı, suratına sevgi mi nefret mi olduğunu tam anlayamadığım bir ifadeyle baktı. Kucağında olanları izliyordum. Hazırım dedim, başını salladı. Beni adama yaklaştırdı. Yüzünü çok net görebiliyordum ve gittikçe yaklaşıyordum. Adam yapmaması için yalvarıyordu ama zaten bu saatten sonra o vazgeçse ben vazgeçmeyecektim. Bu iş bugün burada bitecekti. Artık yeterdi.

Bağırmaya başladı, o bağırdıkça ben keyifleniyordum. Artık suratının tam karşısında ona bakıyordum. Bana bakıp sadece imdat diyordu. Onu dinlemedik. Hayatımızda ilk kez “biz” olduk. Ve suratını kapladım. Nefes borusuna giden havayı engellerken, bir yandan kan içindeki başı üzerime güzel desenler çiziyordu. %100 pamuk olmanın kötü yanlarından biri de bu emiş gücüydü. Sevdiceğim beni yıkarken biraz zorlanacak olsa da, çok uzun zaman sonra ilk defa başını bana yasladığında derin ve huzurlu bir uyku geçirecekti. Hissediyordum...

Foto