1 Ekim 2013 Salı

BU ARALAR NE ARALAR?


Keyfim yerinde. Kitap seçerken, şarkı seçerken, yazı seçerken ilk cümleye bakan insanlar olduğunu biliyorum, bu yüzden kandırmak için yazdım. Keyfim yerinde değil. Şu an dinlediğim şarkıdaki adamın keyfi yerinde. Öyle diyor.

Keyfim yerinde değil. 2. paragrafın ilk cümlesine bakan insanlar olduğunu duymadım ama varsalar, onları kaybetmiş olabilirim şu an. Devam etmek isteyenler için 3. paragraf geliyor.

Keyif nedir ki? Çok keyifli dakikalar geçirdiğini yazan insanlar gördüm. Bir de TV programlarında geçer bu. Keyfekeder var bir de, daha umarsız. Keyif benim köy Ahmet Ağanın ile aynı anlamda. Keyifhane vardı Kadıköy'de, Kadıköy'ü özledim. Ama keyifsizliğim bundan değil. İstersem giderim, bütün zamanlar benim. Evde işsiz oturuyorum.

Keyif verici maddeler var bir de. Aslında verdikleri şey keyif değil. Bazen enerji, bazen durgunluk, bazen bayılma hissi. Neden keyif verici demişler diye sorarsan sayın okuyucu, Türkçe'nin keyfine öyle gelmiş diyerek bir keyif cümlesi daha kurabilirim.

Keyfi istersem çatarım, istersem bilirim, istersem sürerim, bakarım, bozarım, bazen kahyası bile olurum. Ama şu an hiçbirini yaşamıyorum. Çünkü keyfim kaçtı. Dağa kaçmadı, zaten o dağ da hiç yanıp bitip kül olmamıştı.

Keyif şu an başkalarıyla birlikte. Aramız biraz limoni. Ne zaman geleceğini sordum, keyfime göre dedi. Sanırım benden bir hareket bekliyordu.

Bir seyahate çıkacağım, ben de bu konuşma üzerine onu çağırdım. Bakarız dedi. Aslında bu çok olumlu bir cevap değilmiş gibi duruyor ama cümle içinde kurunca yanıldığınızı kanıtlayacağım. Keyfimize bakarız. Yani gelecek gibi. 2 hafta sonra keyifle aramız düzelecek yani. O zaman keyifli dakikalar geçireceğim.

Keyif aslında yaşadığım yere yakışmıyor. Mesela çok güzel elbiseler vardır ya, herkese yakışmaz. Bu da öyle bir şey. Kelime güzel, ama buralara 3 beden büyük duruyor. Yakası oturmamış gibi, kilolu göstermiş gibi. Bu yüzden birlikte seyahat etmek ikimize de iyi gelecek.

Şu an durgunlayım. Durgun çok konuşmuyor, o yüzden biraz sıkılıyorum. Arada bir laf atıyorum, gülümsemekle umursamamak arasında bir mimik yapıyor. Buna da şükür, beterin beteri var. Ya üzgünle olsaydım? O bütün enerjimi çalıyor, kötü bir alışkanlıktan ziyade, kleptoman gibi. Alışkanlığın çaresi var, hastalığın yok. Artık nadiren uğruyor. Eskiden çok yüz verirdim, gitmezdi. Şimdi onu istemediğimin farkında, ben artık kaçayım diyip uzatmadan uzuyor. İlişkileri kontrol altına almak gerek.

Durgun geçen gün ilk defa konuştu benimle. Çok sıkılıyorum dedi. E hadi çıkalım dedim, omuz silkti. Çıkmayalım mı yani dedim, nereye gidicez ki dedi. Kalkıp bir çay koydum ben de. Oturduk, televizyon izledik. Onu seyahate çağırmadım çünkü keyiften hoşlanmıyor. Yan yana durduklarını çok görmedim. Keyfin esprilerine bile gülmüyor, ortalık biraz geriliyor. Arkadaş gruplarını ayırmam gerektiği gibi onları da ayırmak zorunda kalıyorum. Biraz yorucu ama en doğrusu.

Durgunun gitmesini istiyorum artık ama o çok umarsız. Kalk git desem üzülmez, üzüleceğinden de değil zaten. Hazırlanıp evden çıkmak zor geliyor ona. Ayağını uzatırken bile oflayıp pufluyor. Gece benim kediler gidip tepesinde uyuyor, onları bile kovalamaktan aciz. En yakın arkadaşının bıkkın olması yüzünden hep. Üzüm üzüme baka baka kararıyor. Yakında beni de karartacak.

Aslında hiçbirine ihtiyacım yok, ama biri gitse ötekisi geliyor bunların. Onlarla yaşamaya alışmaktan başka şansım kalmadı gibi. Kabullendim ben de. Seçme şansım olsa hep keyifle takılırım. Ama o da nasıl desem, biraz cool. Geliyor ama tam alışmışken gidiyor. Başkaları ona daha cazip geliyor.

Sanırım onu kendime bağlayacak bir yöntem bulmam gerek. Ya da onun varlığına ihtiyaç duymamı engelleyecek bir şeyler. Arayacağım ama durgun yüzünden pestil gibiyim. Şu seyahate bir gideyim, sonrasında çaresine bakarım.

Ben en iyisi kalkıp bir çay koyayım. Durgunla içer, akşam dizilerine bakarız. Bugün de böyle geçer.

15 Eylül 2013 Pazar

KURUMSAL KURUNTUSAL


Özlük işleri; yani özünden sıyrılmışları kendine getiren resmi evrakların düzenlemesini yapan departman. Kişi bir şekilde hayallerinden uzaklaşmış, hayatındaki amaçlarını unutmuş, birey olarak gücüne yabancılaşmış duruma geldiğinde departmandan gelen a.s.a.p bir mail ile öncelikle kendine getirilir. Bu uyarı ile birlikte kişi özlük evraklarının düzenlemesi için departmana uğramak durumundadır.

Özlük evrakları;


  • Anaokulu resimleri 
  • Aşk mektupları 
  • İçlendiği şiir sample’ı 
  • İç çektiği hikaye 
  • Uzaklara daldığı şarkı 
  • Rüyalar listesi 
  • Ölmeden önce yapılacaklar listesi (2 nüsha) 


Listedeki dökümanların güncellemelerinin gerçekleşmesinin ardından raporlama prosesi gerçekleştirilir. Özlük işlemlerinin en önemli kademesi budur.

Raporlama

Özlük dökümanları arasında güncellenmesi mümkün olmayan nüshalar bulunmaktadır. Kişinin uzak geçmişine ait bu evraklar aynı zamanda özlüğünün köklerini oluşturur. Çocukluk dönemine ait resimler, hayaller ve deneyim içerikleri bu nüshalar arasındadır. Kişinin aldığı eğitim ve ilhamlar doğrultusunda, gelecek hayallerini şekillendirebilecek dökümanlar çeşitlidir. Özlüğün doğasında bulunan gelişim bu dökümanlarda gözlenir. Kişi etki alanına girdiği notaları, kelimeleri, görsel dünyayı, hissel dünyayı, dürtüleri, şaşkınlık ve cinsellik içerikli tüm mimikleri güncellemek durumundadır. Aksi halde kişisel gelişim tamamlanmamış sayılacaktır.

Yapılan değişiklikler tüm proseslerinin detayları ile bilinçaltına kaydedilecek, raporlaması sorumlu olduğu geleceğe sunulacaktır.

Kişi özlük işlerini sürekli gözlemlemekten/güncellemekten sorumludur, aksi halde yaşamının anlamını sorgulama yetisinden men edilecektir.

14 Ocak 2013 Pazartesi

UYANIŞ

Gördüklerimi anlatsam kuşlar göçer bu topraklardan, atlar sürer 4 nala çatlayana kadar... Saray bilse olanları, tövbe estağfurullah cincilerde ararlar dermanını... Halk öğrense kaçar şehr-i cennetten taslarını, altınlarını, karılarını bırakıp... Allahım ne büyük bir dert verdin başıma ki âmâ olmayı diledim, zanaatımın adını zikredemez, toprağa adımımı basamaz oldum. Ben ki Lağımcıbaşı Kemal, ben ki ağacın kökünü, hayvanın sürünenini yoldaş etmiş savaşçı, döşeğinden çıkamaz oldu... Geceleri rüyalarıma girdi o hilkat garibesi... Gulyabani desen değil, hayvan leşi desen değil, bir garip yaratık. Rengi beyaz, gözünde fer yok. Ah ben o kaleye girmeyelim demiştim, ah ben o büyücü halkından hayır gelmez demiştim... Dedin Kemal ama kime? Hikmet'e, Bedri'ye. N'apsın ki o zavallılar? Onlar da hepi topu benim gibi emir kulları, Lağımcı Ocağı'nın demirbaşları... Yerin 15 metre dibinden usul usul kazarken fark etmem icab ederdi. Düşmanın toprağının dibinde yaşayan bir tane canlı olmamasından, derinden gelen uğultulardan bir durum olduğu belliydi. Çekici vurdum, çekiç bir şeye çarptı. Bir et ama kansız, et döndü bana, bir kul ama cansız. Geri geri kaçarken ben baktım hareket ediyor, usul usul bana geliyor. Elimdeki dinamiti attım aramıza, son duamı ettim, döndüm ellerimle kazdığım çukurun sağ koridoruna... O günden beri tek kelime edemiyorum. Allahım al canımı, al yoksa günahı boynuma...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Durak

Yağmur yağıyordu. Otobüs durağındaki tek kuru yere sığındım. Yağmur dineceğine arttıkça artıyordu. Damlaları izlerken yaklaştı usulca ve oturdu yanıma. Biraz toparlandım yer açtım ona, çünkü iyi biriyim ben. Kimsenin ıslanmasını istemem. Elinde eşyaları, anıları, asabiyetleri, mavilikleri vardı. Onları da aramızdaki küçücük boşluğa koymak istedi, memnuniyetle yer açtım biraz daha. Sonra bir baktım, o büyüyor. Büyüdükçe ben, o ve aramızdaki hayat sıkışıyoruz. Ben de rahatça oturalım diye biraz daha kaydım. Saçımı hafiften damlalar ıslatmaya başladı, umursamadım. Bir anda, nasıl oldu bilmiyorum, aramızdaki hayat da poşetlerine sığmamaya, çoğalmaya başladı. Kısa zamanda yığın oldular. Kaydım mecburen biraz daha. Artık damlalar yüzümü ıslatıyor, göz pınarlarımdan aşağı doğru süzülüyordu. Bir yarım oturuyor, bir yarım boşlukta kendine destek arıyordu. Dur dedim, bu işte bir yanlışlık var...

10 Mart 2011 Perşembe

Pokırfeys



Dedim ki neden gülüyorsun dedi ki çünkü yüzüm pürüzsüz, dedim ki yalan söyleme dedi ki hepsi dove yüz sabunu sayesinde, dedim ki itici oluyorsun dedi ki ph değerim tam yerinde, dedim ki bunun için kaç para verdiler dedi ki sevgilim de yüzüme bayıldı, dedim ki sen bir sabun kutususun sadece, dedi ki hayat yumuşacık bir yüzle güzel, dedim ki bir yalanın parçasısın anla dedi ki gerçekten çok etkili, dedim ki hayatta daha önemli değerler var, bak Türkiye’de her gün kadınlar onlarca tacize maruz kalıyor, tecavüz haberleri bitmek bilmiyor, töre yüzünden öldürülenler, kocası tarafından zulüm görenler, tehditler, imalar ve yaşanan onca pislik yüzünden yüzümüz kara sen nasıl böyle konuşuyorsun dedi ki hepsi dove sayesinde, dedim ki sağırsın değil mi dedi ki Türk dermatologları da dove’u tavsiye ediyor, dedim ki Türkiye’nin biraz da diğer yüzünü göster yiyecek mi dedi ki her şey bu dünyada tozpembe. Haklısın dedim, kelimelerin bittiği yerdeydim.

Foto

4 Mart 2011 Cuma

Objection!



Duruşma salonu boş gibi. İzlemeye gelen iki üç insan var. Bazılarını gözüm ısırıyor, bazıları acımdan zevk almaya gelmişler. Ellerimde kelepçelerim, hakimin karşısında tam da avukatımın emrettiği gibi duruyorum; başım öne eğik, mağrur, pişman. “Kızım,” diyor hakim, “nasıl böyle bir sorumluluğun altına girdin? Sonuçlarını tahmin edemedin mi?” Başımı yerden kaldırmıyorum, gözümden sahte gözyaşım süzülüyor (avukatım bunu nasıl yapacağımın sırrını verdi, aktörler sanırım artık beni etkileyemezsiniz). “Hakim hanım”, diyorum. “Bilemedim. Bir karar vermem gerekiyordu, benden beklenen buydu. Ben de yüzde elli ihtimalle doğru olanı yaptım.” “Küstahlaşma” diyor hakim. Af diliyorum. Geldiğimden beri suratına bakamadım, neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yok. Avukatım bunun sinir bozucu olacağına karar verdi. Hakime bakmam onu kızdırabilirmiş. Neden diye sormadım. Duruşma devam ediyor.

Görüş alanımda on yedi kalebodur parçası var. Üç kere saydım ama artık yeter, daha fazla saymama gerek yok. Ellerimle oyalanıyorum. Bu sırada avukatım bir şeyler geveliyor. Hayatın getirdikleri ve Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle ilgili. Benim de ihtiyaçlarım varmış. Üç, dört, beş ve altıncı adımları gerçekleştirmeye çalışıyormuşum sadece. İstedim be sadece, ondan! diye bir çıkış yapsam ne komik olur şimdi. Gülmemeliyim, gülmemeliyim... Sanırım suratımın vidaları gevşedi, neyse ki başım önde, gören yok. Avukatım bir iki kere öksürdü şimdi. Bu aramızdaki uyarı dili. Kısaca bana kıçını kurtarmaya çalışıyorum neye gülüyorsun gerizekalı demeye çalışıyor. E haklı. Nerden görüyor suratımı bu kadın? Duruşma devam ediyor.

Davacılar teker teker konuşmaya başladı. Sanırım çok fazla davacım var. Tam sayısını bilmiyorum ama birçok insanın hayatını etkilemişim. Önce annem ve babam geldiler. Suçlayıcı değiller ama sanırım seslerinde bir sitem var. Başımı kaldıramadığım için yüz ifadelerini göremiyorum. Umarım sen bunu hak ettin ya da ben sana söylemiştim ya da anne olunca anlarsın mimiklerini kullanmamışlardır. Ya da kullanırlarsa kullansınlar, nasılsa göremiyorum, ha ha. Tanık olarak kardeşlerimi çağırdı mübaşir. Çağır mübaşir çağır. Ne bet sesin varmış. Duruşma devam ediyor.

Kiraladığımız evi bizden önce kiralama hayalleri kuran bir çift var şimdi davacı olarak. Hakim hanım onları dinliyor. “Biz” diyor genç adam, “o evi çok sevmiştik. Orayı sevgimiz ve Ikea’nın yardımıyla yuvaya çevirecektik.” E ben napıcaktım? Lafa bak şimdi. Neyse benim şu anda konuşmam yasak. Ellere konsantre ol Cansu. Çok güzel olmamakla birlikte ne düzgün ellerim var benim. Ellerimi çok seviyorum. Öpesim geldi ama sanırım şu an biraz yakışıksız kaçar. Duruşma devam ediyor.

Sırada alt komşumuz var. “Hakim hanımcım” diye lafa başladı yalaka herif. “Geceleri o kadar çok gürültü yaptılar ki eşimle birbirimizi duyamaz olduk. Birbirimizi duyamayınca yanlış anlamaya başladık, sonra kavga etmeye... Şimdi inanır mısınız, buradan kendi boşanma duruşmama gideceğim. Ben karımı seviyorum hakim bey, ayrılmak istemiyorum. Arkadaşınıza söyleseniz de bizi ayırmasa? Üçüncü salon saat ikide mahkeme. Hepsi ama hepsi bu kadının suçu.” Sanırım şu an nasır parmağıyla beni işaret ediyor. Benim parmaklarım çok güzel. Duruşma devam ediyor.

Bir sonraki davacı kendi yerine sadece avukatını yollamış. Haliyle kim olduğunu sesinden tanımıyorum. Avukat konuşmaya başladı. “Müvekkilim maddi manevi hırpalandı bu olaydan.” diyor. Ulan sanki evini başına yıktım. Profesyönel iş hayatı ve aktif sosyal hayatı birtakım sektelere uğramış. Evden tam 3 gün çıkmamış üzüntüsünden. Aman kıçım. Ben seni tanıyorum ya, neyse ağzımı açıp tek kelime söylersem bu hakim bana sarar. Susayım ben, mağdurum. Duruşma devam ediyor.

Bunca saat nasıl acıkmadım diye düşünüyordum ki bir sonraki davacı sebebini açıklamış oldu; midem. Vücudumun parçaları bile bana isyan ediyor nasıl pislik bir insanmışsam? Onca yıl yedir içir, zevk için ye, zevk için doyur, onca çikolatayla, tatlılarla, dünya mutfağından seçmece yemeklerle besle, sonunda gelsin o da seni dava etsin. Peh. Şu an muhtemelen hakim ona bakmıyordur, çünkü ne yalan söyleyeyim, son zamanlarda aşırı çirkin bir çıkıntı haline gelmişti. “Böyle değildi eskiden” dedi, “iyi bakardı bana.” E heralde iyi bakardım güzelim, sen benim midemsin. Kalkıp neden beni dava ediyorsun orospu? “Kavgalar başladığında önce her şeyin yoluna gireceğini sandım. Sonra ilişkisi onu hırpalamaya başladıkça, o da beni hırpalamaya başladı. Çok yüklendi bana. Dur dedim, durmadı. Geri yolladım, aldırmadı. Sonra zamanla stresini bana yükledi. Başladı ağrılar. O acıyı çekiyor diye ben de acı çekmek zorunda mıyım hakim hanım?” STRESTEN BE STRESTEN ONLAR. Sen de o kadar hassas olma, ben mi dedim sana bu kadar zayıf ol diye (manen)? Neyse içimden bağırıp çağırmamın hiçbir anlamı yok. Şu an dışarda duruyor, duymaz beni nasılsa. “Başka bir bedene tayinimi istiyorum hakim bey.” Yok ebeninki. Ulan herkesin derdi ayrı bir hoş. Sen benim elime kalırsan yandın keten helvam. Neyse... Duruşma devam ediyor.

Daha neler? Evin tavanı geldi. Görüş alanıma biraz girdiği için tanıyabildim onu. Da onun ne işi var burda? “Kendime olan tüm güvenimi kaybettim hakim hanım, üç aydır bulamıyorum.” Ben mi çaldım? “Ben yıllarca nice çiftin başında nöbetçi oldum. Onları sesten korudum, soğuktan/sıcaktan korudum, hatta harcımdaki kireç sayesinde –ne kadar kaliteli malzemeden yapıldığım hakkında bilare konuşuruz- haşarattan korudum. Evlerini yuva yaptım, en özel anlarını onlarla paylaştım. Ama bu kadın...” Ben? “Bu şirret kadın...” Oha! “Bu kadın her kavganın sonunda yatağına uzanıp bana dik dik baktı hakim hanım. Önceleri benimle iletişime geçmeye çalıştığını düşünüp biraz heyecanlanmadım değil.” Ampul ondan yerli yersiz sallanıyordu demek. “Ama sonradan işinin renginin bu olmadığını anladım. Ben insan sarrafıyım hakim hanım. Siz suçluya bakar, sesinden, savunmasından, dış görünüşünden masumiyetini anlarsınız, ben de yaydığı enerjiden. Bana sadece negatif enerjisini yolladı bu kadın. Önce bulunduğum odayı, sonra tüm evi bu enerjiyle kapladı. İnanır mısınız, şimdi eve bir parapsikoloji uzmanı ile gitsek, tavanda katman katman katot bulur hakim hanım. Sadece bu da değil, üzerimdeki her kıvrımı sürekli daha farklı bir şeye benzetmeye kalkıştı bu deli kadın. Hepsi aynı olmasına rağmen, her gün değiştiğini iddia etti. Öyle bir şey yok hakim hanım, benim karakterim sağlamdır, değişmem. Ustam öyle uygun görmüş, o kıvrımlarla yaratmış beni. Bu kadının o kıvrımları ne Türkiye haritasında Hatay’a benzetmediği kaldı, ne dayısının kızı Yasemin’e. O benzettikçe ben de gücümü ve harcımı sonuna kadar kullanarak kıvrımlarımı belirginleştirdim, parlaklık verdim, ama o iflah olmadı. Sürekli beni bir şeylere benzemekle suçladı. Bu kadın yüzünden en sonunda ben de kendimi sorgulamaya başladım hakim hanım. Bu kadın özgüvenimi yitirmemi sağladı. Halbuki bunlardan önce eve bakan çift ne şirin, ne tatlıydı. Biraz önce koridorda karşılaştık onlarla, beni tanımadılar. Düşünebiliyor musunuz, beni ta nı ya ma dı lar. Bu şirret kadın yüzünden öyle büyük bir bunalıma girdim ki üzerimdeki tahribat yüzünden kimsenin karşısına çıkamaz hale geldim. Ben ki 24 yıldır görevimi büyük bir mutlulukla yapan yatak odası tavanı, bakın ne hallere geldim... Davacıyım, bunu tavansız bir hapse atın hakim hanım.” Söyleyecek tek kelimem yok, şu ana kadar çıkanlar arasında en haklı davacı sanırım o. Duruşma devam ediyor.

Beni daha kaç kişi suçlayacak bilmiyorum. Bir karar verdim, sadece bir karar. Onca katil, kaçakçı, hırsız ortalıkta dolanırken benim neden üzerime bu kadar geliniyor? Avukatım bile benden nefret ediyor. Bu davayı da sadece bu kadar imkansız bir davada bile, bir nebze olsun indirim alırsa ünleneceğini düşünerek aldı. Sürekli bana emirler veriyor. Sürekli hakim beni azarlıyor. Davacılarım bitmiyor. Kendi bedenim bile bana ihanet ediyor. Ben ise yerdeki on yedi kalebodur ve güzel ellerim dışında kimseyle iletişime geçemiyorum. Suçlu bulunursam, ki bulunacağım kesin gibi, hakimin yüzüne bakıp sen hayatında hiç mi hata yapmadın be allahsız demek istiyorum. Ama hala yüzümü yerden kaldırıp bakacak cesareti bulamıyorum. Çünkü hakimin ben olmasından birazcık tırsıyorum.



Foto

22 Şubat 2011 Salı

deve-cüce




Cüceye sordum orada havalar nasıl diye. Cüce dedi ki saçmalama, aramızda taş çatlasa 1 metre var, o da taş çatlasa. Taş çatladı sonra, anladım ki gece gündüz arasında büyük derece farkı var. Öyle demişti coğrafya hocam, taşlar çatlar, kuma döner, çöller oluşur demişti. Havada demek ki çöl sıcağı var. Deveye sordum orada havalar nasıl diye. Deve dedi ki saçmalama, aramızda taş çatlasa 1 metre var, onun da lafı mı olur canım? Taşı meğersem deve çatlatmış. Çöl sıcakları deve yüzündenmiş. Develer o yüzden çölleri severmiş. En rahat çöl sıcaklarında yaşarmış. Ben de gittim taş taş üzerinde bırakmadım. Deve olmadığımı unuttum, deve için uygun ortam olsun diye, evimi bağımı harcadım. Nerden bilebilirdim devenin samimiyetsiz olduğunu? Şimdi cüceyle yakın arkadaşız, arada buluşup ayakkabı çalıyor, içine girip, evcilik oynuyoruz.

Foto

16 Şubat 2011 Çarşamba

Adalet



Biz buralarda böylelerini sevmeyiz aslında.

Barınamaz yani annatabildim mi. Suçun da adabı vardır, işlediysen işledin, sebeplerin vardı. Kader mahkumuyuz hepimiz burada annatabildim mi. Durup dururken kimse katil olmaz, kimse hırsız olmaz. Şeytana uyduk, yaptık hepimiz. Hiçbirimiz anamızın karnından suçlu doğmadık annatabildim mi. Kaderimiz böyleymiş, çekiyoruz. Ben mesela aç kaldım, çocuklarım aç kaldı. Gözüm döndü, gittim Necati abinin dükkanını soydum. Neden? Çünkü evde bebe süt bekliyordu, karı ekmek bekliyordu. Allah bana 5 çocuk nasip etti. Beşi de görsen, pırlanta gibi. Kısmetleriyle gelirler dedik. Zaten günah öyle çocuk aldırmakmış falan dinimizce. Cahil adamız, engelleyemedik de. Ne yaptıysam çocuklarım için yaptım ben, annatabildim mi. Kısmetse 5 ayım kaldı. Çıkınca tövbe. Bulucam doğru düzgün bir iş. Çöpçülükse çöpçülük, hammallıksa hammallık, kölelikse kölelik... Çocuklar da, hanım da perişan bensiz annatabildim mi.

Ama bu it öyle mi? Gitmiş öldürmüş. Hadi cinnet anıydı, canına kast etmişti dersin, anlarsın. Burada hepimiz kader mahkumuyuz. Ya bu it? Gitmiş acımadan bir daha öldürmüş, bir daha öldürmüş. Yetmemiş, günahsız zavallı bir kızcağıza, tövbe estafurullah tecavüz etmiş. Benim de gelinlik çağında kızım var, annatabildim mi. Böylelerini taksim meydanında sallandıracaksın, ibret olsun tüm şerefsizlere diye. Şimdi bu herif çıkıyor. Beraat ediyor anlayacağın yarın. Ben hala eve ekmek götürmek istedim diye burdayım. Annatabildim mi. Hak mı bu? Adalet mi? Takdir-i ilahi yazıyor bunların hepsini ama, gün gelecek hepimiz karşısına çıkacağız. Hadi ben bebelere, karıya bakmak için yaptım, çok da pişmanım diyeceğim. Ya bu it ne diyecek? Diyecek lafı mı var? Gidecek cehennemin 7. katına, görecek çok afedersin ebesininkini. Bu ülkede hak hukuk yok, bak bu it çıkıyor yarın. Diğer dünyada dürülecek defteri inşallah. Şerefsiz it. Ben de tüküreceğim diğer tarafta suratına. Hepimizin hepimiz üzerinde hakkı var. Soracak allah hakkını helal ediyor musun buna diye. Hayır diyeceğim, böylelerine hak helal edilir mi? İtin dölü, namussuz.

Biz buralarda böylelerini sevmeyiz, annatabildim mi. Yaşatmayız, erkenden yollarız öteki tarafa. Ya da bu deliğe girdiğine gireceğine pişman ederiz. Bütün işleri yaptırırız, tehdit ederiz, malını elinden alırız, gerekirse işkence ederiz, annatabildim mi. Böyle itler buna layık, buraların adaleti böyle. İşine gelmiyorsa yapmayacaktı. Mapus kanunlarını herkes bilir, annatabildim mi. Burada dışardaki kanunlar geçmez, bizim adaletimiz böylelerini analarının karnından doğduğuna pişman ettirir. Bu yüzden dışarda gürleyen burada pısar. Pısacak tabi şerefsiz itin dölleri. Ama buna kanun nizam geçirmedik. Daha doğrusu geçiremedik. Beceremedik. Bak bu koğuş 25 kelle. 24 kelle bir iti sindiremedik. Neden? Çünkü biz de insan evladıyız. Korktuk gazabından. Hepimizin anası, karısı, bebeleri var. Hepsi inanır mısın yollarımızı gözlüyorlar. Bu it insan değil ki, insan azmanı. Endamına bak herifin, tek başına üç, bilemedin iki buçuk adam. Kollar desen bacak boyunda. Tip desen şeytan görse korkar arkamıza saklanır. Bu iti burada değil, neydi o zindanlar, yedikule mi ne, orada saklamak lazım. Böylesi adamı keser de asar da. İtde vicdan yok ki, insaf yok ki, karartmış gözünü 5 kişinin canına kıymış. Mapusa girmiş girmiş çıkmış. İflah olmamış. Biz mi iflah edeceğiz bunu, peygamberi gelse edemez.

Bizim de bekleyenimiz var, annatabildim mi. Böylelerine bulaşırsan sonun kötü. Bak bu itin ranzasında bile kimse yatmaz. Masasında kimse oturmaz. Tırstık elin canavarından tırstık. Bak burada 25 kelle var, 24’ü erkekliğinden utansın, nağmerde bir sille atamadık. O kocaman ellerle bir tokatlasa adam öldürür, gözüne gelmez, içi sızlamaz. Böylelerini zindanda tutacaksın, annatabildim mi. Bu itin yeri mapus değil, bize yazık, vallahi de billahi de bize yazık. Anam bacım olmasa, annatabildim mi...

.......


Yarın çıkacağı doğrudur.

En başından beri sakin, düzenli cezaevimize böyle bir suçlunun gelmesini istemedim. Bakın burada hırlısı var, hırsızı var, adam öldürmüşü var, sahtecilik yapanı var, uyuşturucu satanı/müptelası var... Ama böylesiyle karşılaşmak zor. Nizam benim için önemli, cezaevimin adının geçeceği herhangi bir haber beni derinden yaralar. Gözüm makamımda değil, ben işimi severek yapıyorum. Müdürü olduğum devlet biriminin de adının orada burada geçmesini istemem.

Burada 27 personelimiz var. Her gün düzenli eğitimlerimiz var, atölyemiz var, kütüphanemiz bile var. Sanırsın ki okul, cezaevi değil de Geçenlerde bahçeyi bile düzenledik. Mahkumlarımız yaptı hem de. Bakın onları topluma kazandırmak için neler düşünüyoruz. Kim bu cezaevine kötü diyebilir ki efendim?

Disiplin odalarımız da mevcut tabi, o televizyonda gördüklerinize bakmayın. Abartıyorlar. Biz suçlularımıza kanunlara uygun yaptırımlarda bulunuyoruz. Bakıyoruz ki koğuşta huzursuzluk yaratıyor, kaçma girişiminde bulunuyor, dışarıdan kanuni olmayan maddeler içeri sokuyor, dersini alması için disiplin koğuşuna koyuyoruz. Yok dayakmış, yok işkenceymiş, yok böyle şeyler efendim. Burası kurallara uyan 27 personelli, düzgün bir cezaevi. Burada herkes işini kanunlara uygun şekilde yürütüyor. Siz de hak verirsiniz ki bu kadar suçluyla uğraşmak zor. Arada tabi ki bazı aslı olmayan haberler çıkıyor. Bu kadar suçlunun olduğu yerde böyle dedikoduların dönmesi normaldir efendim. Kimse gelip bize sormuyor ki aslı astarı var mı diye. Olduk olmadık yazıyorlar gazetelere. E napalım, cevap verip devletin memurunu onların seviyesine mi düşürelim? Hiç devletin koca memuruyla koğuştaki suçlu bir tutulur mu efendim, olacak iş değil.

Burası kalabalık bir cezaevi. Koğuşlarımız 24 kişilik, gerekirse 30’a kadar çıkarıyoruz. Bunca suçluyla uğraşmak zor. Devletimiz af çıkarıyorsa bir bildiği vardır. Bunca suçluyu besliyoruz, bunun sadece yemeği yok, elektriği var, suyu var, eğitimi var, var da var... Bazı kanunların değiştirilmesi, afların yaşanması çok normal. Devletimiz hangi suçlara ne kadar af vereceğini bilemeyecek mi? Haşa.

5 cinayeti, 4 gaspı, 1 tecavüz suçu olduğu doğrudur. Gelmesini inanın ne personelim ne ben istemedik. Ama devlet böyle uygun görmüşse boynumuz kıldan ince. Şimdi yine yüce devletimizin kanunlarıyla affedildi. Bize bir şey söylemek düşmez, devletimiz uygun gördüyse napalım efendim? Bir bildiği vardır elbet. Bakın ben tam 32 yıllık cezaevi müdürüyüm, kimseye ne yapacağımı soruyor muyum? İşimi benden iyi kimse bilemez, nizam dedin mi, disiplin dedin mi orada bir dur derim. O benim işim çünkü. Bakın burada 27 personelim var, her şey tıkırında. Suçluların yemekleri düzenli veriliyor, topluma kazandırılmaları için uğraşılıyor, kimse bunların yanlış olduğunu söyleyebilir mi efendim? Söyleyemez, çünkü devletimizin kıdemli bir müdürü var bu cezaevinin başında. E ben şimdi kalkıp devletimizin hakiminin işine nasıl karışırım? O memurumuz işini bilmiyor mu? Tabi ki biliyor, böyle uygun görüldü, çıkacak.

Sevinmek ya da üzülmek bana düşmez. 32 yıllık müdüriyet hayatım boyunca hiçbir suçlu ile kişisel bir iletişime girmedim, haşa. Adam kayırmak bizim işimiz mi efendim? Biz işimizi doğru düzgün yapmaya çalışıyoruz sadece. Sağolsun valimiz emeklerimizi görüp bize bir teşekkür plaketi bile yaptırdı. Orada, duruyor işte. Gittiğine ne sevinirim, ne üzülürüm. Yarın belirtilen saatte çıkarılacak. Bize bir şey söylemek düşmez. İşlemleri kanuna uygun şekilde yapılacak.

......

Üniversitede psikoloji okudum. Ayrıca insan davranışlarını daha iyi kavrayabilmek adına tıptan birkaç 1. sınıf dersi aldım. Genetik ve nörolojiye genel hatlarıyla hakimiyetim var. Şimdi de master’ımı yine psikoloji bölümünde, suça eğilim sebeplerini araştırmak üzere yapmaktayım. Tezim geniş bir yelpaze ile suça eğilim sebeplerini ele alıyor. 3 genel başlığa ayırmak gerekirse; kişilik bozuklukları, ruhsal bozukluklar, sosyal ve çevresel faktörler.

Şimdi konuya önce hukuki yönden bir bakalım. Ülkemizde ruhsal bozukluğu olan hastaların işlediği suçlardan sorumlu olup olmadığı adli tıp tarafından tespit ediliyor. Burada karşımıza isnad kabiliyeti çıkıyor, yani kişinin anlama ve isteme yeteneği. Çocuk yaştaki suçlular, psikozlar, duygulanımla ilgili bozukluklar, organik kökenli ruhsal bozukluklar, uyurgezerlik bozuklukları bu kabiliyetin eksikliğini doğurduğu için cezayı hafifletiyor ya da alınmamasını sağlıyor. Bu kişiler tam akıl hastalığı ve kısmi akıl hastalığı olmak üzere ceza hukukunca ikiye ayrılıyor ve cezai işlemleri buna göre veriliyor. Kişilik bozuklukları ise psikopati, sosyopati ve antisosyal kişilik bozukluğu olarak 3 kategoride değerlendiriliyor fakat bu bozukluklara sahip suçluların cezai ehliyetleri tam olarak öngörülüp, herhangi bir ceza indirimi alamıyorlar. Sosyal ve çevresel faktörlerin sebep olduğu suçlar, herhangi bir kategoriye birebir girmezken, göz önüne alınarak yargılanıyor.

Bunlar dışında ruhsal bozukluklar kategorisine alınabilecek ancak hukuk tarafından herhangi bir şekilde tanınmayan, geçmişte tartışmalara sebep olmuş, kalıtsal bir engel olarak bazı çevrelerce tartışılan bir kategori daha var. Bozuk kromozom yapısı. Kadın XX, erkek ise XY kromozomlarına sahiptir. Döllenme sırasında oluşan bazı sapmalar bu kromozomların XXY ya da XYY şeklinde oluşmasına sebep verir. 1960’larda suçlular üzerinde yapılmış bir araştırmada XYY kromozomlarına 12 kat daha fazla rastlandığı tespit edilip, bu araştırmadan sonra çeşitli ülkelerde suç hafifletici sebepler kapsamına kalıtsal bozukluk başlığıyla alınmıştır. Özgür iradeyi etkilediği öne sürülen bu kromozomlarla ilgili tartışmayı ABD’de yapılan yeni bir araştırma sonlandırmış, bu kromozomların şiddetten ziyade zeka geriliğine sebep olduğu tıp tarafından kabul görmüştür. Ruhsal hastalıklara tek bir genin değil, birden çok genin etkileşiminin sebep olduğu kabul edilmekte, tek bir kromozom bozukluğunun hukuki süreçte kabul görmesinin mümkün olmadığı düşünülmektedir. Bu kromozomun sebep olduğu zeka geriliği bozukluğu, hukukta kendi kategorisinde değerlendirilir.

Sosyal ve çevresel faktörlerin kapsadığı yetiştirilme tarzı, aile yapısı, düşük sosyo-ekonomik yapı, toplum normları, sevgi yoksunluğu, hatalı ve eksik eğitim, baskıcı disiplin yöntemleri, işsizlik, göç ve sebep olduğu kültür çatışmaları, çocuk istismarı, gecekondulaşma, gelenek-görenekler, parçalanmış aile, suçlu bireylerin örnek gösterilmesi, yazılı ve görsel basında şiddetin sürekli vurgulanması, özendirilmesi, çıkan afların suç işleme korkusunu hafifletmesi gibi sebepler, suç işleyen bireylerde genel olarak görülen, sosyal araştırmalar sonucu ortaya çıkmış gerçekler.

Tüm bunlara istinaden 5 cinayet, 4 gasp, 1 tecavüz suçu olan hükümlünün adli tıptan alınmış herhangi bir raporunun olmaması ruhsal bozukluklar kategorisini elese de, kişilik bozukluğu ve bulunduğu sosyal-çevresel yapının durumu ile ilgili bize bazı ipuçları veriyor. Şu an aftan yararlanıp tekrar topluma karıştığunda suçlarını tekrar etme ihtimalinin oranı, ayrı bir araştırma konusu olarak incelenebilir.

........


Dışarı salıyorlarmış. Yarın.

Bana pis elleriyle dokunduğu her anı düşündükçe her gün ölüyorum. En azından yarın, onu öldürüp, son kez ben de öleceğim. İşin kötüsü öldükten sonra yine onunla aynı yere gideceğim. Adalet burada yok, diğer tarafta da. En azından kendi adaletim var artık. Bana o yeter, bir de dedemin beylik tabancası.

.........

Yarın çıkıyorum.

Hüseyin’i bulayım bana bir yer ayarlasın. Sonrasına bakarız.

.........


Foto

1 Şubat 2011 Salı

Ah şu tabelalar



Yılbaşının hemen ertesi günü. Sarıyer börekçisine topluca gidiyoruz ama midem berbat. Arabanın yaptığı her kaviste ağzıma geliyor içkiler, mezeler, kestaneli zavallı hindi. Biraz başım ağrımasına rağmen mutluyum. Mükemmel olması gerektiği söylenen bir gecenin hiçbir zaman mükemmel geçmeyeceğini öğrenecek kadar yaşa, çok güzel geçtiğini anlayacak kadar deneyime sahibim çünkü. Çok güzel bir geceydi ama araba tutuyor şu an beni. Güzel gecenin artıklarıyla arabayı süslemek istemiyorum.

Sol lobum onun bacağının üzerinde. 4 kişi ufacık aracın arkasına sığışmaya çalıştığımız için oldu aslında her şey ama sorun değil. Sevgilim sonuçta. Bir yandan da göz ucuyla rahatsız olup olmadığını kontrol etmek gerek tabi. Ben de 45 kilo sayılmam.

O kadar uzak, o kadar uzak bir yerdeyiz ki şehir denen şeyi görebileceğim işaretlere henüz tanık olmadım. Yani mesela daha hiç süper market göremedim. Yolda yürüyen topuklu ayakkabılar yok, ya da sokakta dolaşan simitçi. Onlar yerine inekler var, çamurlu yollar var, birkaç kurşun yemiş, eğilmiş, bükülmüş tabela var.

Tabelalarla alıp veremediğimiz nedir? Neyin simgesi ki kurşunların hedefi her defasında? Eğer istatistiği yapılıyorsa tahminimce belli bir ırka ya da özelliğe mensup kurbanlar arasında sanırım birinci sırada yer alır. “tabela İt. tabella (tabe'la, l ince okunur) 1. Üzerinde tanıtıcı, belirtici bir yazı, açıklama, işaret veya resim bulunan, tahta veya sac parçası, levha:” Hepitopu bir levha. Tanıtıcı, belirtici açıklamalara ihtiyaç da duyar aslında halkımız, adını sormadan önce nerelisin diye sorar, kürt müsün diye sorar, göçmen misin diye sorar, ne kadar maaş alıyorsun diye sorar. Böyle böyle tanır, nöronlara der ki bunu buraya koy, muamelesi orada görülecek. O halde şehir tabelaları neden hoşumuza gitmez? Yaşadığımız koca şehirde bizim aslında ne kadar küçük olduğumuzu mu hatırlatır egosuna zeval gelmeyen bünyemizde, ya da yükseklerde hissederken birden rakıma mı takılır gözler de inişe geçirir bizi? Yol ayrımları önceden ezberletilmiş bilgiler değil de kendi seçimlerimiz olduğunu mu hatırlatır? Daha da acısı, bu gerçekliğin yüzümüze vurulması mı bizi bozar?

Bilemiyorum, bunu bir araştırmak gerek.

Yol devam ediyor ve bitmek bilmiyor. Radyoda şansa çıkan şarkıların biri iyi, biri kötü. Fena bir ortalama da değil bu. Radyolarla aram olmadığını düşünürsem ertesi gün hediyesi olarak da görebilirim tabi. Pozitifim bugün, melankoli yok.

Sarıyer’e vardık, vardığımız gibi şehir bize nerede olduğumuzu hatırlatırcasına oyununu oynadı. (henüz unutmamıştık ki?) Arabayı park ederken dikiz aynasına çarpan ve umarsızca yoluna devam eden bir şehir ayısı geçti hemen yanımızdan. Ben lobumu hissedemediğimi fark ettim, arabadan çıktım hemen, olay yerini inceliyormuş gibi. Bu tatsız durumu unutmak adına börekçiye attık kendimizi. Az patates, az peynir, az kıyma 1 buçuk olsun abi.

....

Şu an tabiri caizse göt donduran soğuğunda ikimiz sahilde yürüyoruz. Sahilde yürümek martı sesleri, şirin kayıklar, lüks yatlar olarak kodlanmıştır ya, hiçbirinden eser yok etrafta. Martılar dün geceki havai fişeklerden korkup ruhlarını teslim etmişler, denizde leşleri öylece karaya çarpıp duruyor. Şirin kayıkların ve lüks yatların yerini de büyük yük gemileri almış durumda. Sahil değil, Las Vegas’ta Korku ve Nefret. Neyse yine de çok önemli değil, yolun sağındaki saçmasapan yapıları incelemek aklıma erken geldi çünkü.

Tarihi, pörsümüş binalar ve bakımsız balıkçılar sağda sıra sıra dizilmişler. Balıkçıların camlarındaki çirkin 2011 yazıları dikkate şayan. Büyük harflerle başlayıp sona doğru incelen fonetikleri ile yurdum esnafı beni şaşırtmadı. Şaşırtan daha başka, nasıl desem, daha başka bir ayrıntı.

Camlarına 2010 yazan bir balıkçı restoranıyla karşılaştı gözlerim. Adam 2011’i reddedercesine iddialı büyüklükte yazmış bunu. Her cama bir rakam gelmek üzere. İşin daha da garip kısmı rakamlar ters, yani içerdeki insanlar okusun diye ters yazılmış. İçeride yeni yıla girmek istemeyen bir güruh bulunmuş sanırım dün gece. Her yılın bir öncekinden daha tatsız olduğunu düşünsem de, değişen tek rakam insana biraz olsun mutluluk veriyor. Bu adamların alıp veremediği nedir?

Belki de 2011’de başımıza gelecek felaketlerden (öyle mi?) haberdarlar. Bilemiyorum.

Elimi tutan adam iki gün sonra başka bir ülkeye gidecek. Zaten geleli on gün olmamıştı. Daha elinin sıcaklığı elimi ısıtamadan gidiyor yani. Doğru mu yaptığımız, yanlış mı diye düşünmek yerine şu anı birlikte paylaşmanın derdindeyiz. Anın güzelliğini yakalamak önemli. Solumuzda ölü martılar, sağımızda virane dükkanlar, ortalarında biz. Ne kadar fotoğrafik değil mi?

Böyle düşününce kadraja girenler çok hoş değil ama yine de mutluyum. Israrla mutluyum. 2011’e girdiğimiz için değil (felaketler olacakmış zaten, balıkçı lokantasının yalancısıyım), temiz hava yüzünden de değil, herkes işe gidecekken, sonraki günlerde bol bol dinleneceğim için de değil. Gösterdiğim herhangi bir ayrıntıya ne demek istediğimi anlayarak bakan iki koca gözle birlikte, şu buz gibi sahilde yürüdüğüm için. Donduğu halde beni mutlu etmek için Sarıyer’in yarısını arşınlamaya ses etmeyen bir eli tuttuğum için. Ve o el, elimi ısıtmaya bunca uğraştığı için. İki gün sonra elimi ısıtmak için sobaya yaklaştırıp yakacak olma gerçeğim de şüphesiz şu an çok umrumda değil.

Benim neler düşündüğümü, olaylara hangi perspektiflerden baktığımı çok bilmiyor. Her gün kendime karşı ne kadar acımasız eleştriler yaptığımın henüz farkında değil. Başardıklarım ve başaramadıklarım da çok umrunda değil. Öylece bakıyor. Gözlerindeki umut, sevgi, içtenlik içimdeki kibiri, mutsuzluğu ve melodramı o an için alıp götürüyor.

Hiçbir zaman hayattan tam anlamıyla tatmin olamayacağım gibi acı bir gerçek var. Bunun farkındayım. Bu soğuk günde, bu berbat sahnede, bu mide bulantısıyla bile hayatın dramatikliğini düşünmüyorsam, bu bana bir artıdır bence. Hayatıma artı iki koca göz eklendi, önümü daha net görebiliyorum artık belki de. E daha ne, değil mi?

Ama 2 gün sonra gidiyor. 2482.68 km uzağa. 38 metre eklenmiş bir rakıma.

Tabelalarla alıp veremediğimiz nedir? Neyin simgesi ki her defasında kurşunlanır? Onlar bize mesafelerin uzunluğunu, yolların çokluğunu, tercihler yapmak zorunda olduğumuzu hatırlatır. Tabelalar ayrılığı hatırlatır. Sınırları, çaresizliği, zamanın izafiliğini ve beklemenin ne kadar berbat bir his olduğunu hatırlatır. Tabelalar içimizdeki kırılgan, ince damardır. Diğerleri kalbe kan pompalarken, onlar sıkıştırır, kalp ağrısı yaratır. En doğrusu, by pass ile bir an önce intikamımızı almaktır.

Bunu unutmadan not edeyim; "en yakın zamanda bir silah edin."

Foto

24 Ocak 2011 Pazartesi

Deli mi ne?




Bir gün bir deli kasaba meydanına bir çember çizmiş ve içinde yaşamaya başlamış. Önce gülüp geçmiş kasabalı, deli işte, ne yapsa yeridir demişler. Günler geçmiş, başka bir deli hemen onun yanına bir çember çizmiş. Yine gülmüşler. Sonra bir diğer deli, sonra bir tanesi daha. Kasabalının yaşam alanı daraldıkça rahatsız olmuş bu durumdan. Yollarda yürürken çemberlere girmemeye çalışıyorlarmış çünkü deliler hır çıkarıyormuş. Herkes itiş kakış yaşamaya başlamış. Sonra herkes birer çember çizmeye başlamış. Öyle ki uzaydan bakınca bir su birikintisine taş atınca oluşan görüntü gibi olmuş her yer. Çemberler fazlalaştıkça insanlar birbirinden kopmaya başlamış. Önce komşuluk bitmiş, sonra arkadaşlık. Herkes çemberini büyütmeye, doldurmaya başlamış. Gel zaman git zaman delilerden biri çıkmış tekrar ortaya, bu yandaki çember bana büyük tehdit demiş. Çember sahipleri hadi be ordan demişler. Deli hunisini çıkarmış, yuvarladığı kağıt parçalarını içine koyup üflemek suretiyle her gün yan çemberdekilerin kafasına atmaya başlamış. Bu süreklilik rahatsız etmiş diğer çemberin sahiplerini. Taş ile karşılık vermişler. Deli ölmüş. Bu sefer etraftaki çemberler boşalan alanı paylaşma hırsına düşmüşler. Etrafta patatesler, domatesler, taşlar, sopalar uçmaya başlamış. Güçlü olan kazanmış. Diğerlerine de demiş ki; buraya girebilirsiniz, ama önce bana götünüzü göstereceksiniz. Çembere girmek isteyen herkes götünü göstermeye başlamış. Lobunu beğenmediğini içeri sokmuyor, beğendiğini sokuyor, bazılarını da sadece sikip bırakıyormuş büyük güç. Günlerden bir gün biri bu duruma isyan etmiş, eskiden buralar dutluktu, biz de rahat rahat yiyorduk bu dutları. Ne oldu da bu hale geldik demiş. Sonra herkes olduğu yere çöküp kalmış, düşünmeye başlamışlar. Kimse geçmişte, ilk taşı atan deliyi hatırlamamış...

Foto

20 Ocak 2011 Perşembe

Logi



Uzuuun uzun baktım ona. Çok özlemiştim. Ne zamandır zaten hep aklımdaydı, özellikle geceleri. Bazen saatler geçmek bilmiyor, uyku bir türlü gelmiyordu. Başka şeyler düşünmeye çalışıyordum ama işe yaramıyordu. Ben düşünmemeye çalıştıkça beynime daha da kazınıyordu. Özellikle de kokusu, o kokusu yok mu? Tüm işimi gücümü bırakıp ona koşuyordum, onla konuşuyordum, ondan konuşuyordum. Çocukluğumdan beri devam eden bir tutku bu aslında. Ne zaman, nasıl başladı bilmiyorum, bir şekilde tanıştık onunla. Tanıştığım andan itibaren onu bir daha bırakamayacağımın farkına varmıştım. Bir yandan ona sahiptim, bir yandan yetinemiyordum. Aynı anda etrafımda düzinelerce olsa yine yetinemeyecektim. Aşktan da öte bir duygu bu, hastalıklı bir tutku. Anlatılmaz, tadılır. Bana zarar verdiğinin de farkındayım ama kendime engel olamıyorum. Şu an karşımda ve ben, garsonun masaya tuzu getirmesini daha ne kadar bekleyebileceğimi bilmiyorum. Mantı; seni deliler gibi seviyorum.

Foto

19 Ocak 2011 Çarşamba

Arayış



Bir çember çizmiştim kendime, içerisi eğlenceli gibiydi. En azından her kavisi tanıdık, her ayrıntısı göze aşina idi. Sonra bir çember yaklaştı, benimkisiyle kesişti. Kesişim kümesinde buluştu benle diğer ruh. Önce döne döne dans ettik kümenin içinde, sonra karıştık birbirimize. Bir baktık, 2 ruh tek bir insan olmuşuz. Güzel bir insan hem de. Sonra onun çemberi hareketlendi yine, kesişim kümesi yavaş yavaş küçüldü, sonra tamamen yok oldu. O da kendi çemberiyle gözden kayboldu. En son hatırladığım diğer ruhun benden sıyrılışıydı. Güzel insan da, ruhun gidişiyle güzelliğini kaybetti, sade, hatta biraz sıkıcı bir insan olarak benle çemberimde kaldı.

Şu an can sıkıcı bir insan ve bir ruh olarak hayatımıza devam ediyoruz. Günler geçmiyor. Etraftaki çemberlere bakıyoruz. Gözlerimiz diğer ruhu arıyor. Çoğu zaman çemberden çıkmaya cesaret ediyorum, gidip onu bulurum belki diye. Ama dışarısı çok soğuk diye yapamıyorum. Ruhlar çok soğukta yaşayamaz. Ama böyle de hayat çok çekilir değil. Belki bir gün yine onunla çemberlerimiz kesişir diye dua ediyorum. Can sıkıcı insanla tek başıma daha fazla yaşamak istemiyorum.

foto

18 Ocak 2011 Salı

Sorgu


Beni seviyor aslında. Yumuşak huyluyum, onu rahatlatıyorum, huzurlu bir gece geçirmesini sağlıyorum, yalnızlık duygusunu hafifletiyorum, bir sevgilide aradığı neredeyse her şeyi bende de bulabiliyor. Bana güveniyor. Başı ağrıdığında hemen bana geliyor. Morali bozuk olduğunda gözyaşlarını içime akıtıyor. Yorgun olduğunda bir tek beni görmek istiyor. Sırlarını bana açıyor ki onları çok iyi tutuyorum. Çok konuşmuyoruz, ilişkimizde ben dinleyiciyim zaten. Ama bana sarılıyor, hep sarılıyor. Bazen anneye sarılır gibi, bazen sevgilisine, bazen de sadece yalnızlığına sarılır gibi. Susarak onu teselli ediyorum. Sözcüklerin yerini sonsuz sessizliğin huzuru alıyor. Ben onu tüm hayal kırıklıklarıyla, üzüntüleriyle, mutluluklarıyla, kıskançlığı, umarsızlığı, vefasızlığıyla seviyorum. Aşk dediğin böyle bir şey zaten; koşulsuz tapınma. Ona verebileceğim her şeyi sonuna kadar veririm, gerekirse bu uğurda kendimi parçalarım, gözümde hiçbir şeyin önemi yok. Gerçekten yok. Bazen bana hiç hak etmediğim şekilde davranıyor. Hatta... Bunu söylemek çok acı ama beni başkalarıyla paylaşıyor. İlk başlarda bu durum dayanılmazdı ama sonrasında alıştım. Arada sırada tanımadığım vücutların soğukluğunda geceyi geçiriyorum. Hayır hemen bunun ne kadar kötü bir durum olduğunu düşünmeyin. Dedim ya, ben alıştım ve hiçbir şey gözümde değil. O böyle mutlu oluyorsa ben her türlü duruma katlanabilirim. O benim için dünyadaki tek gerçek.

Geçenlerde bana bir mektup verdi saklamam için. Tabi ki canım pahasına saklayacaktım. Onun güzel parmaklarının dokunduğu kalemle yazılmış, hayranı olduğum kelimelerle döşenmiş, onun saflığı kadar bembeyaz bir zarf içinde bir mektup. Kime olduğunu söylemedi, biraz durgun gözüküyordu. Üzerine gitmedim, zarfı sakladım. Aradan günler geçti. Sevdiceğim fark edilir şekilde duruldu, içine kapandı. Artık benimle daha fazla vakit geçiriyordu, dışarı çıkmıyordu çünkü. Evde sevdiceğimle hep birlikteydik. Bu durum her ne kadar hoşuma gitse de bir yandan da beni çok üzüyordu. Gözümün önünde gün geçtikçe zayıflıyor, çöküyor, eriyordu. Uzun süre benden zarfı da geri istemedi, ben de konusunu açmadım. Bazen bana bir şarkı mırıldanıyordu, mutlu oluyordum. Birkaç kere birlikte film izledik. Sevdiceğimin yüzü anlık gülüyordu, o filmi izlerken ben de onun tebessüm eden yüzünü izliyordum. Ne kadar güzel olduğunu düşünürken birden tekrar duruluyor, eski, mutsuz haline geri dönüyordu.

Onunla konuşmayı çok düşündüm ama bir türlü konuyu açmaya cesaret edemiyordum. Bazen bakışlarındaki yardım çağrısına kayıtsız kalamıyor, ona haydi yapalım şunu diyordum. Beni duymazlıktan geliyordu. Onu anlıyordum. Bana ara ara anlattıklarından onu üzen olayı çözmüştüm. Birini seviyordu, başkasına ait birini. Tek bir kararıyla sorunu ortadan kaldırmaya razıydım ama cesaretsizlikten mi, ona olan aşkından mı bilmiyorum, bir türlü harekete geçmiyordu.

Sonra nasıl olduysa bir gün benden mektubu istedi. Önce vermeye çekindim ama başka bir çarem olmadığını görünce pamuk ellerine tutuşturdum zarfı. Zarf gitti, sevdiceğim eridi. Sevdiceğim eridi, bir türlü cevap gelemedi. 1 hafta sonra, cevap yerine o geldi. Sevdiceğimin bedeni onun karşısında bir yaprak gibi titriyordu, zaten hüzün ve mutsuzluktan yüzü sapsarıydı. Sonbahara olan benzerliği ile beni bir kere daha büyüledi. Ben ona bakıyordum, o adama. Adam ona tükürükler saçarak bağırıyordu. Nasıl yaparsın diyordu, ailemi parçaladın diyordu, hayatımı mahfettin diyordu, karıma o mektubu nasıl atarsın orospu diyordu... Bu arada radyoda cızırtılı şekilde mazi kalbimde bir yaradır çalıyordu. Sevdiceğim bu şarkıyı pek bir sever. Adam sinirinden önce radyoya bir tekme attı, sonra sevdiceğime bir tokat. İşte o an içim parçalandı, sussam gönlüm razı olmazdı, konuşsam sevdiceğim beni bir daha asla affetmezdi. Kapadım ben de gözlerimi, kulaklarımı, komada olan bir hasta gibi soyutladım kendimi bulunduğum yerden.

Gözlerimi açtığımda adamın başı kanlar içinde, yerde öyle yatıyordu. Sevdiceğime ambulansı araması için yalvarıyordu. Sevdiceğim elindeki vazo ile ona öylece bakıyordu. O zaman dedim ki tam sırası. Haydi, bitirelim bu işi. Bak buradayım, senin için kendimi fedaya hazırım.

Bana baktı, sonra ona, sonra yine bana... Yanıma geldi, beni kucağına aldı, sarıldı son kez. Adama yaklaştı, suratına sevgi mi nefret mi olduğunu tam anlayamadığım bir ifadeyle baktı. Kucağında olanları izliyordum. Hazırım dedim, başını salladı. Beni adama yaklaştırdı. Yüzünü çok net görebiliyordum ve gittikçe yaklaşıyordum. Adam yapmaması için yalvarıyordu ama zaten bu saatten sonra o vazgeçse ben vazgeçmeyecektim. Bu iş bugün burada bitecekti. Artık yeterdi.

Bağırmaya başladı, o bağırdıkça ben keyifleniyordum. Artık suratının tam karşısında ona bakıyordum. Bana bakıp sadece imdat diyordu. Onu dinlemedik. Hayatımızda ilk kez “biz” olduk. Ve suratını kapladım. Nefes borusuna giden havayı engellerken, bir yandan kan içindeki başı üzerime güzel desenler çiziyordu. %100 pamuk olmanın kötü yanlarından biri de bu emiş gücüydü. Sevdiceğim beni yıkarken biraz zorlanacak olsa da, çok uzun zaman sonra ilk defa başını bana yasladığında derin ve huzurlu bir uyku geçirecekti. Hissediyordum...

Foto

18 Aralık 2010 Cumartesi

Hadi canım sen de




Geçen gün ayakkabı olayım dedim, dilim çok sivriymiş, parmakları büzüştürüyormuş, iş vermediler. Hadi dedim eldiven olayım, öyle bir soğuk nevaleymişim ki kimseyi ısıtamamışım. Vazgeçtim kerpeten oldum, aman neymiş hiçbir şeyi sıkamayacak kadar güçsüzmüşüm. Dikiş makinesi olayım dedim, her genç kızın rüyası ben değilmişim. Oyuncak bebek oldum, onun için de yeterince sevimli mimiklerim yokmuş. Cüzdan oldum, içimi dolduramadım. Astar oldum, yüzümü bulamadım. Çakmak oldum, sigaraya yasak geldi. Yasak oldum, onu da kimse beğenmedi. Ayna oldum, kimse aksini sevmedi. Benzin oldum, pahamdan geçilmedi. Saç teli oldum, yeterince ince olduğumu düşünmediler, halat oldum bu yüzden, sen mi gemiyi yanaştıracaksın dediler. Martı oldum, biz sana özgür olamazsın dedik dediler. Taş oldum, yerimde ağar olamadım, bulut oldum, şemalimle bir halta benzemedim. Yıldız olayım dedim, o ışık yokmuş bende. Kalem oldum, yazdıklarım anlaşılmadı. Kitap oldum, anlattıklarım tartışılmadı. Sandalye oldum, kimsenin kıçı rahata kavuşamadı. Çikolata oldum, tek ısırıkta çöpü boyladım. Çöp kutusu oldum, bu sefer işe yaradı, onu da ben kaldıramadım. Tüm bunların üzerine hadi dedim ruh olayım. Ruh dediğin sivri olmaz, soğuk olmaz, güçsüz olmaz, yalan olmaz, boş olmaz, dolu olmaz, yasak olmaz, pahalı olmaz, ince olmaz, kalın olmaz, yeterince özgür olmaz, ışıldamaz, anlaşılmaz, tartışılmaz, rahatlatmaz, ama ben olur...

Senden geçti dediler.

Bencil

Biliyorum hiçbir zaman benim olmayacaksın,
hiçbir zaman dışımda da kalmayacaksın.
Ayılmak üzereyken, az az narkoz verilen hasta gibiyim. Uyanayım diyorum, izin vermiyorsun. Uyuyayım diyorum, dozunu yükseltmiyorsun.
Uyansam yaşamaya devam edeceğim, uyusam hayallerime.
Peki söyler misin, yarı uykudayken ben ne halt edeceğim?

21 Kasım 2010 Pazar

Taşın-ma


- Bu odada bir şey kaldı mı abla?
- Anılarım kaldı, onları nasıl taşıyacağız?
- Efendim abla?
- Anılarım diyorum Ahmet. Sağında, solunda, tavanında, sobanın arkasında, gardırobun altında, aynanın kırılmış köşesinde, süpürgeliğin içine sıkışmış kağıt parçalarında, balkon kapısından giren rüzgarda, onu savmak için kapıya yapıştırdığım macunda, balkonun dökülen boyalarında, duvara çizilmiş gözbalık-balıkgözü-gözegelmişbalık-gözcübalık-balıklıgöz ya da her neyse o çizimde, onu çizen elin duvara bıraktığı enerjide, diğer duvardaki taslakbalıkta, yatağın aşındırdığı yer kaplamasında, yer kaplamasını aşındıran yatak hareketlerinde, yatağın hareketlendiği sarhoş gecelerde, sarhoş gecelerin kalpte bıraktığı derin izlerde, izlerin işaret ettiği isimlerde, isimlerin boşvermişliğinde, boşluk içinde düşme hissinde, hissetmemenin verdiği özgürlükte, özgürlüğün bir yerde batması ve tekrar düşme hissine geri dönmede, geri dön mede, geri dönme de, kafanın allak bullak olduğu düşünme seanslarında, odaya sinmiş parfümlerde, koklayarak uyanmanın verdiği mutlulukta, uyandıktan sonra ayrılmanın hüznünde, hüzünle gelen sonbaharın camdaki resminde, dışarıda izlediğim kargaların güzel seslerinde, sabahları çirkin sesleriyle beni uyandıran martıların balkona bıraktıkları pisliklerde, Kadıköy’ün sabahları yüzünü gösteren sakin ruhunda, ruhunu korna seslerine sattığı günün devamında, geçen uçaklara baktığım gecelerde, komşuları dikizlediğim günün her saatlerinde, saatlerce yataktan çıkmadan geçirdiğim çoğul vakitlerde, vakti gelince aldığım fesleğenlerde, sonra çok bakmaktan, çok güneşe koymaktan, çok sulamaktan her seferinde hepsini teker teker öldürmemde, gördüğüm böcekleri öldüremememde, korkunun gecenin köründe aklıma, beynime, salgılarıma, hormonlarıma, odama girdiği geçmeyen saatlerde, sıhhatte olsunların dolabın üzerinden düşürdüğü eşyalarda, eşyalara loş bir hava veren gece lambasında, lambanın ışığını körelten bilgisayar ekranında, tütsünün bıraktığı bazen na bazen hoş kokuda, sobanın çıkardığı çıtırtılarda, çıtırtıların beni götürdüğü hayallerde, o hayallerden dönerken topladığım kocaman beyaz papatyaların seviyor-sevmiyor yapraklarında, yaprak desenli duvar kağıdında, kağıdın bittiği yerden dönen duvarda, duvarın sonundaki kapıda kalan anılar diyorum Ahmet. Onları nasıl taşıyacağız?
- .... bizim işimiz bitti abla, gidelim mi?
- Gidin Ahmet gidin, selametle.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Tüm sonbahar aşıkları, buraya bakın bir...




Sonbahar geldi. Bir yazıya böyle başlanırsa bilin ki gerisinde sadece hüzünlü bir hikaye bulacaksınız. O yüzden şimdiden kendini kötü hissetmek istemeyen kapatsın sayfayı.

Sonbahar geldi. Kedi, kahve ve yağan yağmur laflarını bir kenara bırakıyorum. Bu klişelerden uzak bir hüzünlü hikaye olacak. Evet. Sonbahar geldi.

Anlatacağım hikaye öncelikle benden bir şeyler taşıyacak. Beni tanıyanların bu hikayeyi okuması biraz rahatsız edici olabilir. Beni tanıyorsanız lütfen bu sayfayı terk edin. Gidin, yağmur sonrası açan güneşten yararlanın, sokaklarda yürüyün filan...

Sonbahar geldi. Aslında bu mevsimi sevmiyorum. Dünyanın en melankoli insanı olmama rağmen sevmiyorum. Halbuki bir imaj yerleştirmek amacındaysam kalıpları kullanmayı öğrenmeliyim.

Cansu Elter
Melankolik
Sonbahar aşığı
Boş zamanlarında şiir yazıyor ve kedisini okşuyor.
Ha bir de hayatın acımasızlığı üzerine düşünüyor.
Evindeki tüm ışıklar sarı. Tasarruflu ampulden kaçınıyor.
Baygın bakışlı
Kitap rafının en güzel köşesini tutunamayanlara ayırmış.
Tutunamıyor.
Çok yalnız
Ailesiyle haftada bir telefonda görüşüyor.
Yengeç burcu ve tabi ki evcimen.

Klas oldu. Bu imaja uyarsam çok yakında birçok takipçi edinebilirim. Yazılarım dikkat çeker, hatta belki bestseller bir yazar bile olabilirim. Ama ne yazık ki sonbaharı sevmiyorum.

İyi bir hayatım olmasına ne kadar da az kalmış halbu ki. Neyse geçelim bunu.

Sonbahar geldi. Anlatacak çok şey var. Hikayeye neresinden başlasam bilemiyorum.
Bu kadarını halletmişken bile kahvem soğudu. Bu şartlar altında hikayeye başlamam mümkün değil. Yazı yazmanın da bir modu vardır ve bu sonbahar gibi hafif soğuk aylarda kahvelerin soğuma süresi daralıyor. Şu an bir fizikçi ya da mühendis ya da matematikçi ya da matematikten anlayan herhangi biri olup kahvenin derecesi ve havanın derecesine göre bir hesap yapıp sizi etkilemeyi çok isterdim ama malesef oğuz atay değilim. Size caka atabileceğim tek şey ... bayağı bir düşündüm ve öyle bir şey olmadığını fark ettim. Tv’de bir program var, melez bir dj sokakta yakaladığı insanlara uzmanlık alanlarına göre sorular soruyor. Bu ne konuda uzman olduğunu bilmezlik durumu yüzünden sokakta her melez gördüğümde aynı yakalanma gerginliğini yaşıyorum. Ha şöyle söylersem daha çok konudan kopmamış olurum: “mevsimin sarı yapraklarının donattığı kaldırımları arşınlarken, içimdeki derinlemesine yakalanma duygusu tüm hücrelerime kadar hissettiğim bir sancı haline gelmişti...”

Sonbahar geldi, ama ben yazın da melankoliğim. Anlatacağım hikayenin mevsimsel bir ağırlığı yok, genel havam böyle. Cümlede ne kadar çok sonbahar kelimesi geçerse o kadar çok okunma garantisi varmış gibi geliyor. Yaz aşklarından ayrılıp, eski sevgililerini özleyen her genç kız sonbahar kelimesinin büyüsüne kapılır. Birden hepimiz romantik oluruz, hepimiz haksızlığa uğramışızdır bir kere ve hepimiz bizi mahfeden o eski ‘lanet olası’ sevgililerimizin yaralarını sarma ihtiyacı hissederiz. Zehri panzehir zanneden bir kafa yapısı yüzyıllardır kadınların dna’larına erkeklerin bilinçli olarak yerleştirdikleri bir kalıp malesef. Bir akıllı olup bu gerçeği görememek –ya da daha acısı, bunu yazan kadın tarafından görüp de görmemezlikten gelip bir gerizekalı gibi davranmak- de bizim beynimizi daha farklı şeylere yormamızdan kaynaklanıyor malesef. Bknz. Sonbahar romantizmi.

Hormon dediğimiz şey ne kadar acayip. Ama bu konuya değinmeyeceğim.

Evet konumuız neydi, sonbaharın gelişi. Üniversitedeki canım hocam mario levi bir kitabı alırken ilk sayfasındaki ilk cümleye özellikle dikkat ettiğini söylemişti. Bunu online dünyaya uyarlama ihtiyacı hissettiğimden olsa gerek, bende böyle bir sonbahar cakası atmak istedim. Ve farkındaysanız kendi kendimi ele verdim ve bu satırlara kadar gelen birisi varsa onu da bu saatten sonra kaybedeceğimi kesinleştirdim.

İtiraf ediyorum, ortada bir hikaye filan yok. Her sonbaharın bir hikayesi vardır biliyorum, ama benimkinin nedense yok. Aklımı kurcalayan bir sürü konu var ama malesef bunlardan hiçbiri sonbaharla alakalı değil. Ha, sonbaharda kurcalamaya devam ediyorlar sadece. Bu mevsimi amaç değil araç olarak kullanıyorum. Tüm sonbaharseverlere duyurulur. Beni sevmeyin.

Sanırım size söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Sonbahar geldi ve ben sonbaharı sevmiyorum. Bu da gelecekte çıkaracağım ilk kitabın sunu bölümü olarak kalsın, hoşuma gitti.

10 Ekim 2010 Pazar

Hostel



Soğuk bir yatak, soğuk bir ışıklandırma, soğuk nevresimler. Kimsenin dokunmadığı bir yerde nasıl hayat olabilir? Uyandığımdan beri 2 saat geçti ve tavandaki 182 tahtayı 3 kere saydım. Ne yorganın içinden çıkmak, ne dışarı çıkıp saçmasapan gülümsemek istiyorum. Televizyonu açtım. Bir sigara içeyim dedim, kahvesiz gitmedi. Kahve isteyeyim dedim, oda servisi bana cevap vermedi. Şu an dünyada benden başka kimsenin kalmadığını söyleseler inanmam işten bile değil.
2 sigaram vardı. Dolaptaki kolayı açıp birini yaktım. Bir tane kaldı. Bana kimse cevap vermiyorsa ve sigaram bitmek üzereyse ne yapabilirim?
Biraz önce şu popüler dizide çocuk birbirine benzeyen insanlar birbirini mutlu edemez dedi. Geçen gün a. da bunu söylemişti. Sektörlerimiz farklı, hayatlarımız farklı, böyle güzel güzel takılıyoruz. Sanırım evlenecekler. Böyle mi beceriliyor ilişkiler?
İlişkiyi becermek. 2 anlamıyla da çok doğru bir cümle oldu bu.
Dışarıdaki göl manzarasına biraz bakmak için kalktım, pencereyi açtım. Sanırım buraya geldiğimden beri gördüğüm en talihli şeyle karşılaştım. Pencerenin dış mermerinde duran bir çakmak ve kül tablası. Allahım benden başka yaşayan insanlar da varmış. İyi ki oda servisi bu ayrıntıyı kaçırmış.
Onları içeri aldım, işimi kolaylaştırdılar ama şimdi bir sorun var. Ben sigarasız ne yapacağım?
Odada ne kadar çekmece varsa açtım baktım. Yok, yalnızlığımı biraz daha çekilir kılacak hiçbir ayrıntı yok. Biri mesela bir kağıt parçası unutsaydı. Üzerinde bir isim, bir telefon ya da karalanmış saçmasapan şeyler olsaydı. Ben de bakıp bakıp tahminlerde bulunsaydım. Mesela yani, hoş olmaz mıydı?
Şu an benimle iletişime geçen bilgisayarım dışında bir şey yok. İnternet yok. Oda servisi yok. Telefon zaten sonsuz sesssizliğe gömülmüş durumda. Biraz daha böyle devam ederse minik bir çığlık atabilirim. O da odada yaşam olduğunu ispatlamak için.
Sürekli seyahat eden insanlar nasıl bunalıma girmiyor? Böyle bir hayat çekilmez. Otel odalarında, tertemiz eşyaların soğukluğunda, yan odada bir insanın olduğu ve aslında olmadığı bilinciyle. Yok arkadaş, yalnızlığı seviyorum ok, ama bu kadar legalleştirmenin bir manası yok. Otelleri yalnızlığının farkına köküne kadar var diye tasarlamış serseri pazarlamacılar. Tabi bir diğeriyle gelmeyenler dışında.
Ok, tamam. Bir tek ben böyle hissediyorum. Şu an sabah sevişmesinde olanların gelememeleri dileğiyle...
Sanırım artık dışarı çıkmam gerekiyor, durumum iyice histerik bir hal almaya başladı. Birkaç yüz göreyim, sahte sahte gülümseyeyim. Şu an bulunduğum şartlar yalnızlıktan kaçmak için sahteleşmemi gerektiriyorsa bundan kime ne? Yorganın altı, güle güle...

28 Haziran 2010 Pazartesi

bir gün

...sabah uyan. telaşla giyin. vapura koş. vapurda uyu. vapurdan in. otobüse bin. onu düşün. otobüsten in. işe yürü. o durakta gördüğün son halini düşün. işe git. bilgisayarı aç. ona bak. bakama. silmiş ol. pişman ol. öğlen olsun. yemek ye. sigara iç. onu düşün. işe dön. onu düşün. işten çık. otobüse bin. beşiktaşa git. onu düşün. otobüsten in. vapura bin. onu düşün. vapurdan in. onu düşün. yolda yürü. onu düşün. sokağına var. çaycıya bak. onu düşün. eve gir. onu düşün. balkona çık. ayrıldığınız günü düşün. gözyaşlarını düşün. salaklığını düşün. onu düşün. televizyonu aç. saçma bi şey izle. saçmalıkları düşün. kahve iç. acısı kalsın damağında. acıyı düşün. tvdeki şaklabana gül. onu düşün. otur. biraz ağla. onu düşün. kafanı yastığa koy. diğerini sar. onu düşün. uykuya dal. rüyanda gör. sabah kalk. düşlerini düşün. telaşla giyin...

4 Haziran 2010 Cuma

Fotoğrafın Dediği

Yağmurlu bir sabah. Saat 6 civarı. Pencereleri buğulu odanın içinde sessizce yağmuru dinleyen 2 nefes. Pencereye vuran damlaların ritmi sessiz ortamın şaşkınlığını, hüznünü, mutluluğunu, huzurunu, kendinibilmezliğini anlatıyor kendine özgü notalarıyla. Duvarlardaki kitaplar, çerçeveler, ıvır zıvır, etraftaki her şey odanın ortasındaki yatağa bakıyor. Herhangi bir yargı ifade etmeden, sadece bakıyor. Yataktakilerden birinin gözleri kapalı, diğerinin ise yarı açık, bu yargısız bakışların sahiplerini izliyor. Dünden kalan şarap bardağı, ağlamış, rimelleri akmış bir kadın gibi. Kitaplığın üzerinde açık bırakılmış kitap, tam da bir şeyler söyleyecekken laflar ağzına tıkanmış bir mahçup gibi. Perdeler ayıpları kapatır gibi. Ardındaki İstanbul biraz umarsız gibi. Kadın, kelimeleri tükenmiş bir şair gibi. Eşyaların gözleriyle anlattıklarını dinlerken, ona takıldı birden gözleri.
Siyahlar içinde bir kadın, başında elbisesinin uzantısı olan bir kumaş parçası var, bakıyor, ama ifade ettiklerini anlatmak mümkün değil, anlamak ise yürek ister. Yataktan doğruluyor kadın, çerçeve içindeki resmi inceliyor iyiden iyiye.

Yağmur bu arada azalmış olsa da, şehri sulamaya devam etmekte.

Soluna bakıyor neden bilinmez daha sonra, bakışları adamınkilerle karşılaşıyor bu ne anlatmak istediğine karar verememiş hava boşluğunda.

- Ne zaman uyandın sen?
- Kokun benden uzaklaştığında.
- Yapma allahaşkına, gören de romantik sanacak.
- Kadınların istediği de bu değil mi?

Kadın belli belirsiz gülümsüyor, ahşap çerçeveli fotoğrafa dönüyor tekrardan.

- Kadının bakışları çok...
- Çok?
- Bilmiyorum, ifade etmek zor.
- Güzel hatun, geçenlerde çektim onu, nü’de daha başarılı.
- (içinden küfür)


- i used to geet, floweers from girls in their blooom...-


Telefon çalıyor. Adamın telefonu, ancak kadının tarafında. Kadın telefonu alıyor, adama uzatırken gelen çağrı onu görmesin diye kendinden uzak tutuyor. O harflerden utanıyor.

Gökçe calling...

Adam telefonu aldığı gibi, kadının üzerinden atlayıp, atlarken de omza bir öpücük kondurmayı unutmayıp, diğer tarafa ulaşıyor. Oradan da odanın kapısına yöneliyor. Kadının bu konuşmaya tanık olmasının kimseye bir yararı yok değil mi?

Sigara masanın üzerinde, yataktan çıkıyor istemeye istemeye. Yorganın dışı o kadar da sıcak karşılamıyor onu, ürperiyor. Masaya vardığında paketin boş olduğunu görmek, küfürlerin en ağırı gibi. En ağır küfrü ediyor o da, bu sefer dışından.

Yağmur ritmini gittikçe yavaşlatıyor. Çiselerini etrafa saçıyor derin bir nefesi yavaş yavaş verir gibi.

Kapı açıldı, tahta evin yerleri, atılan adımlarla gıcırdıyor.

- Hmm, bu ışıkta güzel görünüyorsun.
- Çok flörtöz bir adamsın.
- Biliyorum. Ama bu ışıktan yararlanmak gerek.
- ...
- ...
- Ne, fotoğrafımı mı çekmek istiyorsun?
- Neden olmasın, tanrının armağanı muhteşem kıvrımlara sahipsin.
- Sana çıplak poz vereceğimi sanmıyorsun heralde?
- Yapmaa, bugünün güzel bir anısı kalsın istemez miydin?
- Bugünü güzel hatırlamak istemiyorum belki de...


Suskunluk.


- Bu kadını fotoğraflarken ne hissettin?
- Bilmem, pek de bir şey hissetmedim. Kadının elmacık kemikleri çok güzel, bakışlarında da bir şey var. Bir şey, hmm...
- Evet! İnsan sıfat bulamıyor değil mi?
- Öyle, olumlu da olabilir, olumsuz da. Baktığın moda göre değişiyor.
- Bunu yakalamanı yeteneğinden çok şansına veriyorum.
- Yapma, ben iyi fotoğraf çekerim. Hatta bunu bir deneyimleyelim.
- Hiç şansın yok.
- Neden bu kadar katısın? Yoksa korkuyor musun?
- Beni çekmenden mi, neden korkayım.
- Bilemiyorum artık.

Tabi ki korkuyor, kaçırdığı gözlerine adamın uzun uzun bakmasını istemiyor. Uzun uzun bakarsa, retinasını yırtıp adama çığlıklar atacak harflerin coşkusundan korkuyor, çok korkuyor.

- Korkmuyorum.
- İşte böyle, rahatla biraz.

- Ama bu ifadeyi bulman gerek. Bu ifadesi güç ifadeyi istiyorum.

- Emrinize amadeyim prensesim.


Kadın sandalyeye, adama arkası dönük şekilde oturuyor. Adam kamerayı çekime hazırlarken, kadın masanın üzerindeki detaylarla ilgilenmeye başlıyor. Masanın üzeri onlarca film ve fotoğrafla dolu. Hepsi ifadeli, ifadesiz, çıplak, yarı çıplak, makyajlı, makyajsız, makyajı akmış, yeni uyanmış, henüz uyumamış, sarhoş, fazla uyanık, umduk, umulmadık anlarda çekilmiş kadınlar.

- Bakıyorum çeşit seviyorsun.
- Efendim?
- Fotoğraflar diyorum, çeşit çeşit pozlar, belli bir tarz olmaksızın.
- Ha evet, doyumsuzum o konuda, sınırlarım yok. O an neyi istiyorsam, onu çekiyorum.
- Bu seni zaman zaman sıkmıyor mu? İnsan belirli bir tarza sahipken kendini güvenli sularda hisseder. Ne bileyim, hata yapma şansın azalır. Sınırlar sana cesaret verir, güven verir, ilham verir. Gittikçe daha kendini bulursun onda, tanırsın, tanışırsın. Tek bir şeyin üzerine odaklanmak, ne bileyim, sıcak bir duygu.
- Omuz hizandan bana bak, çene biraz dik, bakışlarını yarıla.
Yapar.
- Şahane.

Yağmurun ritmi dengesiz, iki vuruyor, bir vurmuyor. Bir vuruyor, uzun uzun susuyor.

- Ben tarzlardan korkarım, sınırlar beni bunaltır. İstediğimi çekemeyeceksem, neden bu kamerayı elime alıyorum mesela? Bu benim oyuncağım, bunu kullandığımda, mutlu olmalıyım. Mutsuz olacaksam, kendime başka bir oyuncak bulmalıyım. Hem senin çekimlerini de gördüm, sabit bir tarza sahip olduğunu iddia edebilir misin?
- Sen benim fotoğraflarımı anlamamışsın, mekanlar değişir, insanlar değişir, renkler, ışıklar, ambians değişir, duygu değişmez.
- Melodram, ben böyleyim diyorsun.
- En azından bir duygum var diyorum.
- Benim de milyonlarca duygum var ama bak, her fotoğrafta ayrı bir şehvet, keh keh..
- Milyonlarca duygunun içinde kaybolmaya devam et. Birgün sen değil, onların tamamı kaybolacak.
- O ne demek?
- Ne demekse demek.


Sessizlik.

- Biraz Polaroid çekeceğim.
- Peki... Biliyor musun, bu fotoğraftaki bakışları anlıyorum yavaş yavaş. Sıfat bulamıyor insan önce, çünkü kadın rol kesiyor.
- Rol mü? Bu fotoğrafı çektirirken gayet mutluydu.
- Bence bu fotoğrafı çektirirken mutlu görünmeye çalışıyordu sadece. Bu yüzden ifadesini çözemiyorsun. Mimikleriyle istediği kadar gizlemeye çalışsın, gözlerindeki hüzün insanın yüzüne yüzüne bağırıyor. Sevdiği adama ulaşamayan bir kadın gibi. Tam konuşacakken yutkunup, kelimeleri gerisin geriye atmak gibi. Ama yollarını bulup, sana ulaşıyor bir şekilde işte. Fotoğraf tehlikeli iş, anı yakaladığında, piksellerin sana anlattıklarını çözmen kolay çünkü.
- Bana dön, bir de önden alacağım.
- Bu kadar yeterli bence.
- Noldu, piksellerini okumamdan mı korkuyorsun, ha ha!
- Komiksin. Ben duşa giriyorum.

İstanbul ağlamayı kesti, hafiften güneş kendini gösterdi. Bu sefer damlaların sesi banyodan geliyor. Duşta bir kadın, düşünde bir adam, dışında bir gerçek var. O gerçek, odada, elinde bir fotoğraf, yakaladığı pozun duvardaki bir diğerine benzerliğine şaşkınca bakar...

20 Nisan 2010 Salı

M.




Ben bugün terk edildim.
Bugün ben terk edildim.
Terk edildim ben bugün.
Cümleyi nasıl kurarsam kurayım oldukça garip geliyor. Tahmin etmenin olanaksız olduğu bir önerme bu. Her şey daha farklı gidiyordu çünkü.
Gönül eğlendirme diye tabir edebileceğimiz hoş bir başlangıçtı yaklaşık 2 ay önceki… Sarhoş kafalar, mayhoş vücutlarla buluştu gecenin bir köründe. Sonra baktılar ki tenleri sevdi birbirini, devam vaktidir o zaman bu denildi.
Aradan birkaç hafta geçti.
Her şey kararında ve güzeldi.
Bu kadar kısa bir zamanda bile geçmişte güzel anılacak, unutulmayacak anılar birikti.
Anılar.
Onlarsız zaten bir birliktelik ne kadar gerçekmiş gibi hissedilebilir?
O anılar diri tutar aslında sevgiyi, paylaşımlar çoğaldıkça anlarsın bu işin aslında doğru gittiğini.
Güven verir anılar.
Güven bitti mi, anılar bitmiş demektir, halbuki kumbarada birikmeye devam ediyordular, geleceğe yatırımdı onlar.
Anılar oluşuyorken, güven dokuma ipliği gibi sağlam dokunurken ve sevgi devam edip giderken yol ikiye ayrıldı.
Her şey belediyenin hatasıydı.
Orayı kazı, burayı düzelt derken yolları da bir güzel ayırmıştı, şimdi böyle bir şeyin ne sırası vardı?
Kız kendini suçladı; “bu yola girdiysek benim hatam, senin dediğin yoldan gidilmeliydi.”
Çocuk önce sustu, sonra sen üzülme dedi.
Bunu yolun bozuk olduğu sırada bir diyebilseydi, bağırmasaydı, deli etmeseydi, yıpranmadan bu yürüyüş devam edebilseydi…
Etmedi.
Yol ikiye ayrıldığı sırada, bir de tek yön olduğunun farkında, geriye dönüp değiştirilemeyecek adımlarla ilerledi.
İkiye ayrılmış yolun önünde, eldeki kumbara parmaklardan sıyrılıp yere düştü, parçaları ve içindeki birikim öne, arkaya, yolun her tarafına saçılıverdi. Güven yok oldu, gitti.
Ortalık sessiz, bakışlar yerdeydi.
Kız üzülüyor, çocuk düşünüyordu.
Kız düşünüyor, çocuk susuyordu.
Yani kısaca, hiçbir şey hayra alamet değildi.
Çocuk savundu kendini; “bakışlarımda bakışlarının yansıması yok, benimkiler de parlak olmalıydı tıpkı seninkiler gibi.”
Kız geçmişe gitti, aynı çocuk gözleri kapalı, koynunda uzanırken aşık olma ihtimalini itiraf etmişti.
Bakışlar yalan söyler dedi, “bakma bana artık, seni gözlerin kapalıyken hayal edeceğim, yoluma öyle devam edeceğim.”
Çocuğun feri sönmüş gözlerini, geçmişi hatırlarken istemedi.
Bir hikaye sayfaları henüz dolmadan, kapağını kapatmaya yüz tutuverdi.
Halbuki kız cildi kalın tutmanın yollarını arıyordu.
Yine üzgündü, ama kafasını kaldırıp etrafındaki yollara bakınca ne mutsuzluklar olduğunu fark etti.
Geçer dedi, kısa ama güzel bir hikayeydi.
Öyle ki, özeti bile tek bir sayfaya sığıverdi…

14 Şubat 2010 Pazar

Bir Kadın, Bir Kaza

Hafif rüzgar esiyordu. Radyo açıktı, shivaree – i close my eyes çalmaya başladı. Atölyenin ortasında, gözlerim kapalı, çıplak ayaklarla sallanıyordum, ritmi de tutturmuştum yavaştan. Yazın ortasında kendini hissettiren bu hava akımını şu an milyarlara değişmezdim. Biraz kırmızı şarap dökmüştüm kendime, o elimdeydi. Gözlerim kapalı, kendimi hava akımına kaptırmış, parçayı mırıldanırken aklımda tek bir şey vardı; birkaç saat sonrası.
Son resmi yaparken bir ritüel olarak yine üzerimi boyamıştım, kot pantolondan bozma şortum kırmızı mavi renklerle pespayeliğime son noktayı koymuştu. Duş almam, hazırlanmam lazımdı, ama ben hala şarkı mırıldanıp dans ediyordum. Gözlerim kapalıydı.

Sonra bir gürültü duydum. Kedi odanın gölge tarafında yere koyduğum bir sürahi suyu devirmiş, su içindeki buzlarla tahmin edilebilecekten çok daha geniş bir alana yayılmıştı. Ama duyduğum gürültü bu değil, buzlardan birine basıp kayarken, yanımdaki boya sehpasını da yere devirmem yüzünden oluşmuştu.

Düşerken kafamı sehpanın köşesine çarptım, şu an bu sebepten, hala yerde uzanıyorum.

Kafam kırmızı bir gölün içinde, ama sadece kan değil, dökülen guaj boya ve şarap da buna eşlik ediyor. Boya kokusuna bayılıyorum.



Bu oda sandığımdan da büyükmüş, böyle durunca fark ettim. Ah canım tuvalim, kaldın mı öyle?

Resmime bu perspektiften bakmak haftalardır tam olarak anlayamadığım, içten içe sinirimi bozan hatayı bana gösterdi. Sandalyenin açısı, odanınkine uymuyormuş. Demek ki neymiş; çizdiklerime yere uzanıp sağ tersten bakmak gerekiyormuş, bir dahaki sefere yaparım bunu.

Bir dahaki sefere?

Tekir gelip suratımı yalıyor şu an, 2. yılımızda Cem almıştı bu tüy yumağını. Ne yalan söyleyeyim, hiçbir zaman tam olarak ısınamadım hayvancağıza. Bir derdi, yaramazlığı yoktu, fazlasıyla sakindi hatta. Ama bakışlarında her zaman beni iten bir gariplik, belki de bir düşmanlık vardı. Zaman zaman yemeğini vermeyi unutuyordum, ona yormak istiyorum.

Biraz soğuk gelmiş olmalıyım ki geri çekildi, pıt pıt mutfağa doğru gidiyor, maması orda. Giderken geride kırmızı pati izleri bırakıyor, aslında çok da güzel oldu. Neden daha önce düşünemedim ki ben bunu ah! Böyle dekore edeceğim yerleri.

Bak yine gelecek zaman kipi kullandım.

Resim henüz bitmemişti, yazık oldu. Ne olursa olsun, son dokunuşları yapmadan eksik, hayır baktığında da mantıklı bir bütünü var, herhangi bir insan bitmiş zannedebilir bunu. Alp de bitmiş zannedecek. Aman boşver, neye benzerse benzesin, bu saatten sonra iyi para edecek.

Üzülsem mi, sevinsem mi buna acaba?

Sergiye henüz 2 hafta var, daha yapacağım 2 resim vardı. Taslakları kafamda da hazır, tembellikten çizmemiştim. Keşke çizseymişim, sergide özel bir alanda onlar da yer alırdı, ismimin kapladığı alan büyürdü en azından. Neyse artık.

Saatin tik taklarını duyuyorum ama görüş açımda değil, ne kadar zaman geçti acaba? Haydi bir an önce gelsinler de bulsunlar beni. Hem hala neden buradayım anlayabilmiş değilim. Bir ışık filan görmem gerekmiyor mu? Gidip Salvador’a bir selam çakmak, ne kadar ego manyağı bir orospu çocuğu olduğunu hafif bir tebessümle söylemek istiyorum. Muhtemelen Roden’le aynı ateş banyosundadırlar. Sevgililerinin ağızlarına eden pezevenkler. Deha pezevenkler.

Of tekir ya, yine mi! Yeni alışkanlık bu, çöpü karıştırıyor. Tavuklu noodle’dan parçalar ağzında, atölyenin orta yerine gelmiş, ağır ağır yiyor gerzek. Eskiden hiç yapmazdı, büyüdükçe daha da sevimsiz hareketler içine giriyor. Sahibine çekmiş: bana değil, ötekine.

O öteki birkaç saate burada olur. Geldiği gibi havanın sıcaklığından şikayete başlar, sokakta ille sinirini bozacak bir şeyler olmuştur. Ya dolmuş şoförü arıza yapmıştır, ya komşusu şikayetlerine başlamıştır, ya ev arkadaşı bunalımdadır, bu da onu aşırı kıl etmektedir. Sigarası bitmiş, almayı unutmuş da olabilir. Terliyim, ıslağım öpme beni der, hakikaten ter kokar, niyeyse kokunun farkına varmaz. Dışarıdaki sıcağın inadına koyu renk bir tshirt giymiştir. Sen neden gelmedin karşıya der, ama bilirim ki bu yakayı daha çok sever. Bu sıcakta dışarı çıkmak istemez, ben ısrar edince çıkarız ama. Bu sefer sinemaya arıza yapar, çok sıcak der, e klima var içerde işte, hem festival filmi derim, susar. “Aa doğru” demez, suskunluğuyla onaylar beni sadece. Akşama doğru içmeye başlarız, biraz fazla içer, her zamanki gibi kafası güzel olur. Eve geliriz, sarhoşluk yüzünden kısa ve kötü bir sevişme yaşarız, her zamanki gibi. Sabaha karşı azdırırım, yine sevişiriz, bu seferde sabah mahmurluğundan kötü olur. 10 üzerinden 4 olur. Bu yüzden canımdan çok sevdiğim adamın koynundan çıkıp, Şahin’e giderim ben de. Onunla sevişirim, 10 üzerinden 9 sevişirim. Böyle yıllarca devam eder, ederdi, etseydi, edebilemeyecek artık.

2 yarım adamda 1 tam ilişkiyi yaşama günleri bitti.

Yaşama günleri bitti

Hay Allah kahretsin! Telefonumda Şahin’in mesajları duruyor. Şimdi gelecek, hemen olmasa da, birkaç güne görecek Cem. Bu hiç iyi olmadı, artık olmasam da, benim arkamdan kötü konuşması beni üzer. Ölünün arkasından kötü konuşulmazdı hani? Lanet olsun.

Oldu galiba…

Ulan tekir, tek bir gün, hayatında tek bir gün bir işe yarasan da, şu telefonu ortadan kaybetsen. Hemen önünde yavrucum, sabahtan akşama kadar dünyanın en saçma oyuncaklarıyla bıkmadan, usanmadan oynayabiliyorsun, bir de şuna bir el at. Oynarken götür içeriye bir yerlere, ah be keşke…

Bu saatten sonra yapacak bir şey yok. Çok sıkıldım, kan o kadar fazlalaştı ki, görüş alanımın yarısını kapladı. Haydi gelin beni bulun artık. Ben hala burada ne yapıyorum hem. Salvador nerdesin lan!?



Saat kaç oldu acaba? A ha, telefonum çalıyor. Cem’dir. Açmayınca telaşlanır da daha hızlı gelir belki. Hız onun lügatında anlamı olan bir kelime değil gerçi. Sabahları uyanması ayrı dert, hazırlanması ayrı dert, özellikle bir yere yetişmemiz gerekiyorsa oyalanmak için bulacak bir sebep bulması ayrı dert. Benim gibi telaş manyağı birine uymayacak derecede pervasız. Yazın ter kokuyor. Romantizmden nasibini almamış. Sabit görüşlü. Şikayetçi. Sekste ortalama. Çevreme uymayacak kadar uzaylı. Ben senin neyine aşığım diye kaç kere düşündüğümü hatırlamıyorum, hala cevabını bulamadım Cem.

Bak hakkaniyete erdim, hala cevap yok.

Yok, asında var cevabı, Ben biraz acımasızca davrandım, ok. Köfte gibi dudakları var, öpmeye doyamıyor insan. Yatakta sarıldı mı bırakmaz, kurtulmak için uğraştıkça daha da sıkı sarılır, bunun beni nasıl mutlu ettiğini de asla bilmez. Konuşurken gözümün içine içine bakar, dışarıda birinin biraz ilgisini görünce kıskanır, icabına bakar, çaktırmaz. Yazları ter koksa da kendine dikkat eder, kilo aldıysa hemen rejime girer, bir yerine bir şey olursa gider hemen merhemini bulur. Yeteneklidir, hem de dünyalar kadar. Çizdikleriyle başka bir diyara götürür, kurtul etkisinden kurtulabilirsen. Bunca yeteneğe rağmen ölümüne mütevazidir, dağ iken tepeyim der, kazanacağını sanata adar, görüşlerinden ödün vermez, beni kendine daha da aşık eder. Yakışıklıdır da, ama ne o, ne çevresi bunu fark etmez. Kazak da çok yakışır sevdiceğime.

Ama işte, bir ilişkide tam değildir.

Belki de ben fazla tatminsizimdir. Bunları düşünmenin de bir anlamı kalmadı gerçi. Hadi sevgilim gel de son kez güzel yüzünü göreyim. Telefon çalıyor yine. Çok sıkıldım, yeter…

Bugün gideceğimiz filmi kaçırdığıma üzülüyorum, ödüllü bir Fransız filmiydi. 3’lü, hastalıklı bir ilişkiyi anlatıyordu. Bir zaman sonra bu hastalığa herkes alışıyordu, nasıl yapabildiler acaba? Ben nasıl yapabildim acaba?

Bunca zamandır onu aldatsam da içimde bir gram pişmanlık duygusu yok, bu nasıl normal olabilir? Ben bu adamı seviyorum, yani bir şeyler rahatsız etmeli beni değil mi? Bu aldatmaca tek gecelik, hadi olmadı, 2-3 kerelik bir şey değil ki. 4 senedir her allahın günü devam etmekte. Acaba başından beri buna alışmış olmak mı beni rahatsız hissettirmeyen? Ee sonsuza kadar böyle mi devam edecek? Edecekti? Filmi izleseydim anlardım belki. Neyse artık. Telefon çalıyor.



Ses! Biri asansörü çağırdı, duyuyorum. Geldi güzel gözlüm. Belki de onu son bir kez görmek için hala buradayım. Bu da cehenneme gitmeden benim payıma düşendir belki. Güzel bir hediye, teşekkür ederim.

Kapı çalıyor, e anahtarın var açsana. Hiçbir zaman o anahtarı kullanmadı, benim kapıyı açmam hoşuna gidiyormuş, budala Ama şu an budalalığın hiç de vakti değil, haydi aç şu kapıyı tatlım. Beni bu halde, kanlar içinde bulmanı istemesem de, gördüğüm son şeyin, böyle hastalıklı bir ilişkiye rağmen, sen olmanı istiyorum. Seni gerçekten, ama gerçekten deliler gibi seviyorum.

Anahtarın sesi duyuldu, açıyor kapıyı. Ne tepki verecek acaba? Çok üzülecek, özür dilerim tatlım, ama her şey aldığın pis tüy yumağının suçu!

Kapı açıldı, beni şu an göremiyor. Ben de onu göremiyorum, ama yaklaştı, ayak seslerini duyabiliyorum.

- Aysu? Evde misin? A… Allah kahretsin! Allah kahretsin! Aysu, beni duyabiliyor musun, Aysu?
- Duyuyorum seni, ve bu nasıl mutlu edici bilemezsin. Saçlarını kestirmişsin, bu muydu sürprizin
- Aysu, nolur cevap ver!
- Son birkaç saniyem sanırım, daha da yaklaş tatlım, terli de olsa, tenini son kez doya doya koklayayım.
- Aysu! Nabız? Nasıl bakılırdı bu? Aysu? …. Kalbi, evet kalbi! Aysu, beni duyabiliyor musun? Yaşıyor, tanrım, yaşıyor! Aysu?!
- Ne? Allah kahretsin mesajlar!


...



Ambulans çağırdım hemen. Öylece yatıyordu, üzerinde en sevdiğim şortu, en sevdiğim haliyle, olabildiğince pespaye. Yüzünün bir bölümü uzun süredir kan gölünün içindeydi, kaldırdım hemen. Sarsmamaya çalıştım. Nefes alıyordu, ama tepki vermiyordu. Hıçkırıklardan neredeyse adresi tam veremeyecektim. 2 dakika sonra ambulans geldi, hastane zaten dibimizdeydi. Ben kendimde değildim. Kapının çalındığını bile duymamışım, kırmışlar. Hemen beni yanından uzaklaştırıp sedyeye koymak için hazırlamaya başladılar. Bir boyunluk taktılar, nabzına, kalp atış ritmine baktılar. Birbirlerine anlayamadığım bir şeyler söylediler. O sırada gözlerim tuvaldeydi. Ona bakmak ve hıçkırmak dışında tepki vermiyordum. Görevlilerden biri geldi, biraz sarstı beni, ben hala tuvale bakıyordum. Güzel olmuştu, ama son rütuşları kalmıştı. Resimleri bitmese de güzel derdim hep, kızardı sonra daha busu var busu var diye. Ukalalık olsun istemezdim aslında sadece, ama anlamaz, kızmaya devam ederdi. Kızınca çok güzel oluyordu… Beni kaldırdılar yığıldığım yerden, onunla aynı ambulansa koydular, sanırım bayılmışım, ya da öyle bir şey. Gözlerimi açtığımda yanımda bizimkiler vardı, bir yatakta serum yemiş yatıyordum. Parçalarcasına çıkardım serumu, “Aysu!” dedim. “Aysu nerde?” Ameliyattaymış. Tam 7 saattir ameliyattaymış. Ameliyathanenin kapısının önüne gittim, çok gücüm yoktu, bir sandalyeye oturdum, bizimkiler de yanıma çöktüler. Bana sorular soruyorlardı ama ne kimseye tek laf anlatacak takatim vardı, ne de olanları hatırlamaya niyetim. Bugün uzun zamandır istiyor diye saçlarımı kestirmiştim, onu mutlu etmek istemiştim. 4 yıldır deliler gibi mutlu bir ilişki yaşamıyorduk, onun sevgisini kaybetmek istemiyordum. Bu halimle çok da mutlu edemediğimin farkındaydım, ama istesem de, bir başkası gibi nasıl davranabilirdim? Ben böyleydim; asabi, şikayetçi, memnuniyetsiz… ama o anlardı beni, sadece biraz daha mutlu olsun istemiştim. Liseden beri kestirmediğim saçlarımı bu yüzden, daha bu sabah Ahmet abiye gidip kestirdim. Adam şoka girdi. Çocuklar da bir garip bakıyor zaten.

Doktor çıktı ameliyathaneden, anlayamadığım bir şeylerden bahsetti, komplikasyon kelimesini yakaladım sadece. Anlamıyordum söylediklerinden bir şey. Yakasına yapıştım, zor kurtardı bizimkiler. Ama adamın suratında kızar bir ifade yoktu, alışkındı herhalde. “kısaca” dedi, “beyni çarpma sırasında hasar görmüş, tüm vücudu felç olmuş. Algılarının durumunu, 1-2 hafta sonra, yoğun bakımdan çıkınca anlayacağız. Geçmiş olsun…”

Geçmiş olsun…

Şu durumda söylenecek en saçma şey.

Şimdi 9 gündür hastanedeyim. Hala uyanmadı. Haftaya sergi var, 7 tane resmi var koyacağı, aslında 9 olacaktı, ama onları yapamadı. Olsun, iyileşince yapar. İyileşecek. Bunu ummaktan başka şansım yok. Ailesinin numarası olmadığından çocuklardan biri eve gidip cep telefonunu aldı, aradım, kaza gününün akşamında uçakla geldiler hemen. Onlar da benim gibi, 9 gündür hastane sandalyelerinin rahatsızlığını kemiklerinde hissetmekteler.

Birkaç gün önce telefonu biraz karıştırdım. Malum, hastane ortamında çok da yapacak bir şey yok. Şahin diye bir herifle mesajlaşmışlar, hayatımda ilk defa duyuyorum ismini. Sanırım beni aldatıyordu, ama umrumda değil. Sadece iyi olsun, başka bir şey istemiyorum.
Bu gece nöbet sırası bende, gidip bir kahve alayım.
Açacaksın gözlerini tatlım, bugün, olmadı yarın…

16 Ocak 2010 Cumartesi

Aşkın Ömrü Kaç Saat?

Günde tanrı bilir kaç kere, gir çık, gir çık. Kutsal bir meslek benimkisi. İnsanlar ben olmazsam ne yapacağını şaşırır, esrik kalır. Hayatın gerekliliklerinden biriyim ben. Tıpkı havayı solumak gibi, yemek yemek gibi. Sırtıma aldığım sorumluluk çok büyük, ama herkes tercihleriyle yaşar değil mi?

Aslını söylemek gerekirse hayat şartları beni buna itti, çok da bir seçeneğim yoktu. Bu tercih meselesi çok da bana verilen haklardan biri değilmiş. Nadide vücudum, bu mesleği yapmak için adeta özel olarak yaratılmış.

Aslında bu sektörde rakibim de çok. Kendimi mümkün olduğunca geliştirmeye, farklı teknikler bulmaya çalışıyorum. Gün geçtikçe benden daha gençleri piyasaya çıkıyor, saçları daha canlı, bakışları daha anlamlı olanlar. Ama allahtan benim de bir alıcı kitlem var, şarabın iyisi gibi, yıllanmış vücudumdan iyi anlıyorlar. Hatta benim gibileri bulmak için sokaklarda kaldırımları arşınlıyor, her köşe başını iyice araştırıyorlar.

Odamın her tarafı ayna dolu, bizim “dükkan” ise benim gibi yıllanmış, küf kokuyor. Kendime ne kadar bakarsam, özgüvenim o kadar yükselir, göğsümü gere gere müşterinin karşısına çıkarmışım. Öyle diyor bizim ermeni asilzade.

Size asilzadeden biraz bahsedeyim, eski İstanbul zenginlerinden. Bir yasa mı ne çıkmış, yabancılara özel vergi gibi bir şey. Bir çok meslektaşı ülke dışına kaçmak zorunda kalmış, boyunlarını bükmüş bu vergiler, kazandıklarından fazlasını istemiş devlet onlardan. O da işi gücü bir kenara bırakıp, tabiri caizse merdiven altından bu işe başlamış, şimdilerde vergi tabelası bile var. Ama o zamanın şartlarında gizliden gizliye yapmak zorunda kalmış tabi.

Hayatta kimsesi yok asilzadenin, bir karısı varmış, ailesinin yanına kaçmış zor zamanlarda. Tek başına eşsiz, dostsuz, 2 muhabbete muhtaç kalmış bizimkisi. Sonra bizim dükkanları arşınlamaya başlamış, kim bilir belki muhabbetimizi sevdiği için, belki de işi öğrenmek için.

Ama seviyordu benimle konuşmayı, o zamanlar tazecik çıtırım tabi, ortaya çıktığımda tüm gözler bana dönüyor, şarkılarımla herkes büyüleniyor, adeta kendinden geçiyordu. Bizim asilzade o sıralar aşıktı bana, o da gencecik delikanlı tabi. Çok yüz vermedim bu işin sonu yok diye, zamanla anladı o da. Ama yanına aldı beni, birlikte nice badireler atlattık, iyi günde kötü günde o bana destek oldu, ben ona. Hayat hangi yüzünü göstermek istediyse bize, birlikte yaşadık.

Ve zaman su gibi akıp geçti.

Ondan arda kalan bir ben, bir asilzadem, bir de bu küçük dükkan.

Yalan söylemeyeyim, gençken gönlümü verdim kimi delikanlılara, ama kaderin bir cilvesi gibi, yine yolum kürkçü dükkanına, bu küf kokulu dört duvar arasına düştü. İnsan tercihleriyle yaşadığı gibi, kaderinde bir şey varsa, onu da değiştiremiyormuş. Kim bilir, belki kader dediğimiz şey, dünyaya gelmeden tüylü kalemlerle bizim yazdığımız tercihlerimizdir. Mürekkebe her batırdığımızda o kalemin kıvrımları bizi farklı duygulara sokuyor, tercihlerimizi belirliyordur. Ve hayat bitince, yeni bir sayfa açılıyordur bizim için, içini dolduracağımız başka maceralar, başka hayat planları için…

Asilzadeye geri döneyim ben. Alışkanlıkları vardır güzel gözlümün. Hayatı dakik olduğu gibi, alışkanlıkları da dakiktir. Gün içerisinde saati geldiğinde kendini hissettirir. Asilzademe bazen de ben hatırlatırım onları. Bu düzen, bu rutinlik huzur veriyor bana, iteklememin asıl sebebi de bu.

Mesela kahve saati vardır, sabah 10:30’da mutlaka içer köpüklü köpüklü. Sonra öğleden sonra saat 13:00’de alması gereken ilaçları vardır. 2 mavi, bir kırmızı. Onları özellikle unutturmam. Severim beyimi, başına bir şey gelsin istemem.

Akşama doğru saat 17:00’de nane liköründen küçük bir bardak demlenir. İçine 2 damla da votka koyar, keyfe gelir tatlı sözlüm. O zaman başlar methiyelerine, en çok da bana sarar o sıralar işte. Gözü ne çıtırları görür, ne dükkandaki müşterileri.
Anka’m der bana, bir efsanede dağların ardındaki güzeller güzeli bir kuşmuş anka. Ben bilmem ki, okumam yok benim, sadece rakamları öğrenebildim. Saçımı okşar, güzelliğime verecek sıfat bulamaz. Koltuklarım kabarır o anlar, yalan değil. Çıtırlar hafif kıskanarak bakar bana. Kimileri asilzademin hala bende gönlü olduğunu düşünür. Düşünsün, bunun kimseye zararı yok nasılsa. Bizim aramızdaki ilişki aşktan, sevgiden de öte hem, öyle bir köprü ki bizimki, hiçbir güç yıkamaz. Hatta bilirim ki bir gün beyzademin yumuşak kalbi durur, güzel bakışları donar kalırsa, işte o gün ben de bu dünyada daha fazla yaşayamam. Hayatın bu güzel rutini, onun yokluğuyla cehennem azabı verir, dayanamam. Sesim kısılır, saçım dökülür, iş yapamaz hale gelirim. Vücudum gerekliliklerini reddeder, zaman akmaz, o zaman da ben ölür giderim.

Tanrı bilir kaç kere, gir çık, gir çık.

Hayat bu haliyle rutin, ama güzel.

Siz bu mesleği aşağalıyor olabilirsiniz, ama en kutsalı bizimki. Hatta biz olmasak insanlık nereye gider bilemiyorum. Kılavuzuyuz biz ihtiyacı olanların.

İhtiyaç dediysem, aslında herkesin.

Bizim sokak bizimki gibi dükkanlarla dolu. Müşterileri müdavimler. Vitrinlerde en çıtırlar, en ihtişamlılar durur. Benim gibi yıllanmış, gerçek güzellikler ise daha içerlerde saklanır. Nadide bir parça gibi, aslında aynı zamanda bir demirbaş gibi.

Asilzadem çok yaşlandı, ben de öyle. Bu kutsal mesleği bırakma vaktinin geldiğini düşünüyor bugünlerde. Gel diyor bana, kimseye hesap vermeden gidelim buralardan. Ne artık sen başkalarına yar ol, ne gözleri değsin sana. Sadece benim için söyle güzel şarkılarını, bana ada hayatını, birlikte geçsin kalan zamanımız.

Zaman demişken, çocukluğum geldi aklıma, anlatmadan geçemeyeceğim.

Çok küçüktüm ben, babamla yaşardım. Severdi beni, ilgilenirdi. Ben de onu severdim yalan değil, hayatta ondan başka kimsem yoktu. 2 katlı, somon rengi bir evde yaşardık. Bir kusuru vardı ama babamın, biraz fazla içer, içtiğinde de beni bile tanımazdı. O da asilzadem gibi ticaretle uğraşır, bilmediğim bir takım alım satım işleri yapardı. Sonra o da battı. Borç batağındayken ben, hiçbir değerim yokmuş gibi, kumar masasında yaşlı bir adama satıldım. Ne yaşıma, ne gözyaşlarıma aldırdı. Ardına bile bakmadan, beni hayatından çıkardı.

Yaşlı adam bana karşı ilgisizdi, aslında evindeki bir süs köpeği gibi hissederdim kendimi, zaten benden çabuk sıkıldı, yerime başka bir kurban seçip kıçıma tekmeyi atıverdi.

Sokaklarda buldum kendimi, yağmur, çamur, birkaç gün rezalet içinde süründüm derken, beyzademden önceki adamla, nemci abiyle tanıştım. Beni dükkanına götürdü. Hastalanmıştım, bana bir güzel baktı, yaralarımı sardı, sonra da diğer dilberlerinin arasına kattı.

Sonra, zaman…
Beyzademin gidiş gelişleri…
Beni yanına alışı…
Bir hayatı birlikte yaşamamız…

Şimdi de bu bitmek bilmez kaçış planları. O kadar diyorum ona, istediğin kadar kaç, ne zamanı yakalayabilirsin, ne gerisinden gidip izini kaybettirebilirsin. O da seninle gelir, peşini bırakmaz, izlerini unutturmaz. Aldığın her nefeste, attığın her adımda, gördüğün her rüyada senledir o. Ne yaşadığın ihanetleri unutturtur sana, ne çektiğin çileleri, ne kadimsiz dostları, ne doğduğun ülkenin sana yaptıklarını. O yüzden bırak, bunların hepsiyle küçük dükkanımızda yaşayalım. Bir gün vaktimiz dolduğunda, en azından terk ettiğimiz yer yabancı dört duvar olmasın. Rutubetli olsun, ama bizim olsun. Bizim parçamız, anılarımız, mutluluklarımızla dolu olsun. Yaşadığımız rutin hayatın anlamlı bir parçası, bitmek bilmez hikayelerle dolu kader evimiz olsun.

Ama dinlemiyor…

Hissediyorum, yakında hiçbir yakarışıma aldırmadan gidecek buradan. Ben de arkasından elbet. Dedim ya, onsuz yaşam benim için bir hiç.

Bu rutubetli dükkan, bu hemcinslerimle dolu hikaye yuvası, bu tik tak sesleri, bu yadigar saatlerin mekanı antikacı, çok yakında 2 parçası eksik bir şekilde kepenklerini kapayacak.
Kalan antikalar, yeni yetme saatler diğer antikacılara satılacak, ortada ne ruh, ne güzel anılar kalacak…

Hissediyorum, tam 34 gün, 22 saat, 13 dakika, 28 saniye sonra…

14 Ocak 2010 Perşembe

Sürreal patates

"Patates" dedi, "ne kadar üzgündü geçen hafta."
Öyleydi evet dedim.
"Ama bugün gayet iyiydi, tarlada hasat zamanı gelmiş, canına can katmış gibi." dedi.
"Pişirilmeyi sevmiyor, ondan" dedim. "Haşlandı haftasonu, hoşuna gitti bu."
"Haşlanmaktan değil de, belki yanındaki diğer patatesler canına can katmıştır." dedi.
"Tarifine göre değişir." dedim. "Mesela havucu seviyor, ruh ikizi zannediyor."

"Hmm" dedi. Sustum.

İkimizde, geçen hafta o patatesi onun ortadan ikiye ayırdığını bilmezlikten gelmeye devam ettik. Halbuki patates haşlansa da, ortadan ikiye ayrılınca benim işime yaramıyordu.

Keşke cesaret edip de güzelim yemeği mahfettin diyebilseydim.

Neyse, bu tarifi okur bir gün belki.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Benlik

Franz Kafka'dan suçluluk duygusunu ödünç aldım,
Dostoyevski'nin Prens Mışkin'ine verdim,
Murathan Mungan'ın hayal kırıklıklarını içine katık ettim ki,
Elif Şafak'ın Araf'ındaki yalnızlığın arkadaşı olsun,

sonra ben oldu.

12 Aralık 2009 Cumartesi

mektup

“Evet, sonunda delirdim.” diye başladı mektubuna.
Etrafındakileri amaçsızca üzmek, ona verilmiş bir hakmış gibi sonuna dek kullandı, kullanıyordu.
Kimsenin kişiliğine saygı göstermiyor, bencilliğiyle tüm sınırları aşıyordu. Bunu yaparken arkasında bıraktığı o mutsuz bakışları görmezden geliyordu. İşin kötüsü, bakışların artık görmezden gelemeyecek kadar çok bağırmasıydı. Bu da acı vericiydi.
“Benden nefret ediyorum.
Onlar da bence beni artık sevmiyor.” diye devam etti.
O kadar çok “tek” yaşamaya alışmıştı ki, biri gelir oturur diye, yandaki koltuğa hep çantasını koyuyordu.
Onların ayakta kalması pahasına.
Bir şeylerin değişmesi gerektiğini içinde bir yerlerde, bir sezgi çığlık çığlığa anlatmaya çalışsa da, çok içerlerdeydi o. Duymuyordu.
Kulaklarını tıkayıp kendi saçma mantığını yaşatmaya devam etmek…
“Osmanlı’yı da “hasta adam” diyerek böyle zorla yaşatmışlardı ya,
Tarih tekerrürden ibaret demek hala…” diye bitirdi mektubu.
Kalktı, bir sigara yaktı. Pencereden yağan yağmuru seyredaldı.
Bu mektubu tabi ki, asla sahibine yollamayacaktı.

15 Kasım 2009 Pazar

YASSAH KARDEŞİM!



Şimdi bu internet kullanıcıları yasaklara karşı bir duruşa sahiptir genel olarak. Hepimiz yasaklara karşıyız, hepimiz liberaliz, ne güzel. Geçen ay içerisinde gerek içki masalarında, gerek internette edindiğimiz sosyal ortamlarda, gerekse yasaklı sitelere girmeye çalışırken ya da bardan çıkıp kapılarda ekmek kırıntısına üşüşmüş kargalar gibi duruşup içişirken içimizden bir güzel küfür ettik, ne güzel.
Konuşmak, fikir geliştirmenin tohumudur. Ağzımızdan çıktığı anda uzay boşluğuna doğru yavaş ama emin adımlarla tırmanan o kelimeler, biz ucundan tutup beyin dediğimiz torbaya koymadıkça, sonra orada diğerleriyle kaynaşıp bir fikir doğurtmadıkça ne işe yarıyor bunun sorgulanması gerekiyor biraz.
Durumu biraz “alayına isyan”dan çıkartacak, reel, etli, canlı bir şekle sokmak, aktivist olmak, anarşist olmak gibi kavramlardan bahsediyorum. “bir şeyler yapmak”. Konumuz bu.
İnternet sansürleri hepimizin sinirlerini bolca bozdu, şimdi burada ne kadar anlamsız olduğundan bahsetmeme gerek yok. Yeterince bahsedildi zaten. Bu duruma karşı birileri, bir yerlerde, bir şeyler yapmaya çalışıyor, spesifik olarak internet sansürü hakkında, bilenleriniz vardır elbet. Biraz dillendirip, gençleri özendirmek de gerek.
Wordpress’in kapatılmasını son damla olarak gören siber alemin gerçek aktivistleri, sansüresansür isimli bir oluşum içerisine girdiler. Amaç neleroluyor’u ortalama internet kullanıcısının gözüne sokmaktı. Önce bir kemik kadroyla başladılar işe, zamanla büyüdüler, büyüdükçe ilk eylem projelerini yeşerttiler. Trafiği çok olan, az olan, belki de hiç olmayan yüzlerce blogla birlikte bir süre “kendilerini erişime engellediler”. Sitelerinin girişine ekledikleri basit bir kodla, o neleroluyor’u birazcık çıtlatmış oldular. Biraz çıtlattılar dediysem, Hürriyet, Cumhuriyet, Radikal, The Guardian, Osocio gibi pek çok gazete ve yabancı bloga haber oldular.
Sonrası…
Sonrasında durum sansür hakkında bir bilgi paylaşımından çıkıp, hadi sokağa çık ey geek, ey nerd! e döndü.
Çok afedersiniz tuvalete gitmeye üşenen internet bağımlıları, yapılanan poster hareketi için şehrin dört bir yanını kuşattılar. Taşa toprağa posterler, stickerlar yapıştırdılar, konsept yine site engellemeleri gibiydi: “bu bisiklete erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir” “bu davlumbaza erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir” “bu hatuna erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir”…



Kısa filmler geldi ardından, hatta destekçi yönetmenlerden. Halkın cahili, kekosu Facebook paylaşımlarına, ülke bölücüler sizi, nanik nanik diye mesajlar atarak motivasyonu bozdu hafiften, ama toparlanmak uzun sürmedi.
Sonrasında bir “yay!” hareketi. Çok gezdin tozdun, şimdi kıçımızı yayarak devam ediyoruz değil, manifestoları, videoları, haber linklerini, başlıklarını internet üzerinde olabilecek tüm sosyal mecralarda ölümüne yaymak, sinir bozucu hale gelene kadar yaymak, en fikir fakirine bile neleroluyor’u bir sordurmak, antipatik görünmek pahasına yaymak. Yayıldı da, şanıyla yürüdü bu eylem de. Emeği geçen herkesin click’ine sağlık.
Zaman geçti, bir bakmışız notalara da sansür vebasını bulaştırmışlar. Biliyorsunuz, sevgili Müyap vak’ası.
Hatta ironik olarak, aynı gün Müyap’ın ana sayfa haberi şöyleydi: “Türkiye internet erişiminde Avrupa’nın 7.si”. Biliyorum şu ağlanacak hale gülme meselesi…
Tam olarak bunun sonrasında çoktan son damlayla taşan bardaklar sel olup aktı, yeni oluşumlar kaçınılmaz hale geldi.
Yurtdışında sansürle ilgili var olan oluşumlardan en harbisi örnek alınarak bir “korsan parti” fikri vukuu buldu. Kısa sürede yüzlerce abone edindi. Ama reel bir parti sıfatını o an almadığından, kendi aktivist grubunu doğurdu; Netdaş, yani internet vatandaşları.
Tam tanımıyla; “Netdaş Hareketi, internet üzerine (ve üzerinde) odaklı politika yürütür. Düşünce, ifade ve iletişim özgürlüğünü; bireyin mahremiyet hakkını ve özel hayatın dokunulmazlığını; bilgiye erişme hakkını; yani internet kullanan bireylerin temel hak ve özgürlüklerini savunur. Net yansızlığından yanadır ve internetin toplum faydası için geliştirilmesine katkıda bulunur.”
Daha çok yeni olan bu 2 oluşum için Bilgi üniversitesinde bir toplantı düzenlendi, çalışma grupları oluşturuldu, Müyap aynı başlık altında yüzlerce maile maruz bırakıldı (spam olması engellenerek) ve bence en kuul olanı, hazırlanan bir albüm kapağıyla –özgür müziğime dokunma!- onlarca cd Müyap’a postalandı. Neleroluyor’u bu sefer, derinlemesine düşman topraklar yaşasın diye.
Savaş, sadece psikolojik yöntemlerle de kazanılır, evet.
Müyap, bu nerdlerin farkına vardı, arabesk/emo söylemlerle çıktı bu sefer izleyici karşısına. “insanlar biraz bilinçlendiyse, biz yediğimiz küfürlere razıyız” “benim derdim bedava müzik indiren 15 yaşındaki çocukla değil, Myspace’in patronuyla.” E be adam diyeceğim, susuyorum, konumuz yasak değil, hareket.
Şu anda bu oluşumlar hala internet üzerinde eylem planlarına devam etmekte, Müyap’ın uykusunda kabusu, siber dünyada tirojeni olmakta. Sosyal medyayı etkin olarak kullanmak nelere kadir, her gün gözümün içine soka soka kanıtlamakta.
Yapılanlar “aman ne ki, 2 yürüyüş mü yaptılar, 2 polis copu mu yediler” etkisi yaratıyor dışardan farkındayım. Ama eğri oturup doğru konuşmak gerek; bir konuya kanalize olup, tüm enerjini ona harcamaya insanlar “iş” diyor, bu nerdler ise “haklı direniş”.
Ve anladığım kadarıyla, bu konuda pes etmeye niyetleri yok.
Bilginin doğasını hormonlarla bozmaya kalkmak, içinde yaşayan kurtçukları kızdırabilir, ve kurtçuklar kızdıklarında, bağırsaklarınız bu işe hiç sevinmeyecektir. Tüm sansür yanlıları, bu sözüm de size gelsin. Hadi bakalım, iyi DNS’ler.