24 Ocak 2011 Pazartesi

Deli mi ne?




Bir gün bir deli kasaba meydanına bir çember çizmiş ve içinde yaşamaya başlamış. Önce gülüp geçmiş kasabalı, deli işte, ne yapsa yeridir demişler. Günler geçmiş, başka bir deli hemen onun yanına bir çember çizmiş. Yine gülmüşler. Sonra bir diğer deli, sonra bir tanesi daha. Kasabalının yaşam alanı daraldıkça rahatsız olmuş bu durumdan. Yollarda yürürken çemberlere girmemeye çalışıyorlarmış çünkü deliler hır çıkarıyormuş. Herkes itiş kakış yaşamaya başlamış. Sonra herkes birer çember çizmeye başlamış. Öyle ki uzaydan bakınca bir su birikintisine taş atınca oluşan görüntü gibi olmuş her yer. Çemberler fazlalaştıkça insanlar birbirinden kopmaya başlamış. Önce komşuluk bitmiş, sonra arkadaşlık. Herkes çemberini büyütmeye, doldurmaya başlamış. Gel zaman git zaman delilerden biri çıkmış tekrar ortaya, bu yandaki çember bana büyük tehdit demiş. Çember sahipleri hadi be ordan demişler. Deli hunisini çıkarmış, yuvarladığı kağıt parçalarını içine koyup üflemek suretiyle her gün yan çemberdekilerin kafasına atmaya başlamış. Bu süreklilik rahatsız etmiş diğer çemberin sahiplerini. Taş ile karşılık vermişler. Deli ölmüş. Bu sefer etraftaki çemberler boşalan alanı paylaşma hırsına düşmüşler. Etrafta patatesler, domatesler, taşlar, sopalar uçmaya başlamış. Güçlü olan kazanmış. Diğerlerine de demiş ki; buraya girebilirsiniz, ama önce bana götünüzü göstereceksiniz. Çembere girmek isteyen herkes götünü göstermeye başlamış. Lobunu beğenmediğini içeri sokmuyor, beğendiğini sokuyor, bazılarını da sadece sikip bırakıyormuş büyük güç. Günlerden bir gün biri bu duruma isyan etmiş, eskiden buralar dutluktu, biz de rahat rahat yiyorduk bu dutları. Ne oldu da bu hale geldik demiş. Sonra herkes olduğu yere çöküp kalmış, düşünmeye başlamışlar. Kimse geçmişte, ilk taşı atan deliyi hatırlamamış...

Foto

20 Ocak 2011 Perşembe

Logi



Uzuuun uzun baktım ona. Çok özlemiştim. Ne zamandır zaten hep aklımdaydı, özellikle geceleri. Bazen saatler geçmek bilmiyor, uyku bir türlü gelmiyordu. Başka şeyler düşünmeye çalışıyordum ama işe yaramıyordu. Ben düşünmemeye çalıştıkça beynime daha da kazınıyordu. Özellikle de kokusu, o kokusu yok mu? Tüm işimi gücümü bırakıp ona koşuyordum, onla konuşuyordum, ondan konuşuyordum. Çocukluğumdan beri devam eden bir tutku bu aslında. Ne zaman, nasıl başladı bilmiyorum, bir şekilde tanıştık onunla. Tanıştığım andan itibaren onu bir daha bırakamayacağımın farkına varmıştım. Bir yandan ona sahiptim, bir yandan yetinemiyordum. Aynı anda etrafımda düzinelerce olsa yine yetinemeyecektim. Aşktan da öte bir duygu bu, hastalıklı bir tutku. Anlatılmaz, tadılır. Bana zarar verdiğinin de farkındayım ama kendime engel olamıyorum. Şu an karşımda ve ben, garsonun masaya tuzu getirmesini daha ne kadar bekleyebileceğimi bilmiyorum. Mantı; seni deliler gibi seviyorum.

Foto

19 Ocak 2011 Çarşamba

Arayış



Bir çember çizmiştim kendime, içerisi eğlenceli gibiydi. En azından her kavisi tanıdık, her ayrıntısı göze aşina idi. Sonra bir çember yaklaştı, benimkisiyle kesişti. Kesişim kümesinde buluştu benle diğer ruh. Önce döne döne dans ettik kümenin içinde, sonra karıştık birbirimize. Bir baktık, 2 ruh tek bir insan olmuşuz. Güzel bir insan hem de. Sonra onun çemberi hareketlendi yine, kesişim kümesi yavaş yavaş küçüldü, sonra tamamen yok oldu. O da kendi çemberiyle gözden kayboldu. En son hatırladığım diğer ruhun benden sıyrılışıydı. Güzel insan da, ruhun gidişiyle güzelliğini kaybetti, sade, hatta biraz sıkıcı bir insan olarak benle çemberimde kaldı.

Şu an can sıkıcı bir insan ve bir ruh olarak hayatımıza devam ediyoruz. Günler geçmiyor. Etraftaki çemberlere bakıyoruz. Gözlerimiz diğer ruhu arıyor. Çoğu zaman çemberden çıkmaya cesaret ediyorum, gidip onu bulurum belki diye. Ama dışarısı çok soğuk diye yapamıyorum. Ruhlar çok soğukta yaşayamaz. Ama böyle de hayat çok çekilir değil. Belki bir gün yine onunla çemberlerimiz kesişir diye dua ediyorum. Can sıkıcı insanla tek başıma daha fazla yaşamak istemiyorum.

foto

18 Ocak 2011 Salı

Sorgu


Beni seviyor aslında. Yumuşak huyluyum, onu rahatlatıyorum, huzurlu bir gece geçirmesini sağlıyorum, yalnızlık duygusunu hafifletiyorum, bir sevgilide aradığı neredeyse her şeyi bende de bulabiliyor. Bana güveniyor. Başı ağrıdığında hemen bana geliyor. Morali bozuk olduğunda gözyaşlarını içime akıtıyor. Yorgun olduğunda bir tek beni görmek istiyor. Sırlarını bana açıyor ki onları çok iyi tutuyorum. Çok konuşmuyoruz, ilişkimizde ben dinleyiciyim zaten. Ama bana sarılıyor, hep sarılıyor. Bazen anneye sarılır gibi, bazen sevgilisine, bazen de sadece yalnızlığına sarılır gibi. Susarak onu teselli ediyorum. Sözcüklerin yerini sonsuz sessizliğin huzuru alıyor. Ben onu tüm hayal kırıklıklarıyla, üzüntüleriyle, mutluluklarıyla, kıskançlığı, umarsızlığı, vefasızlığıyla seviyorum. Aşk dediğin böyle bir şey zaten; koşulsuz tapınma. Ona verebileceğim her şeyi sonuna kadar veririm, gerekirse bu uğurda kendimi parçalarım, gözümde hiçbir şeyin önemi yok. Gerçekten yok. Bazen bana hiç hak etmediğim şekilde davranıyor. Hatta... Bunu söylemek çok acı ama beni başkalarıyla paylaşıyor. İlk başlarda bu durum dayanılmazdı ama sonrasında alıştım. Arada sırada tanımadığım vücutların soğukluğunda geceyi geçiriyorum. Hayır hemen bunun ne kadar kötü bir durum olduğunu düşünmeyin. Dedim ya, ben alıştım ve hiçbir şey gözümde değil. O böyle mutlu oluyorsa ben her türlü duruma katlanabilirim. O benim için dünyadaki tek gerçek.

Geçenlerde bana bir mektup verdi saklamam için. Tabi ki canım pahasına saklayacaktım. Onun güzel parmaklarının dokunduğu kalemle yazılmış, hayranı olduğum kelimelerle döşenmiş, onun saflığı kadar bembeyaz bir zarf içinde bir mektup. Kime olduğunu söylemedi, biraz durgun gözüküyordu. Üzerine gitmedim, zarfı sakladım. Aradan günler geçti. Sevdiceğim fark edilir şekilde duruldu, içine kapandı. Artık benimle daha fazla vakit geçiriyordu, dışarı çıkmıyordu çünkü. Evde sevdiceğimle hep birlikteydik. Bu durum her ne kadar hoşuma gitse de bir yandan da beni çok üzüyordu. Gözümün önünde gün geçtikçe zayıflıyor, çöküyor, eriyordu. Uzun süre benden zarfı da geri istemedi, ben de konusunu açmadım. Bazen bana bir şarkı mırıldanıyordu, mutlu oluyordum. Birkaç kere birlikte film izledik. Sevdiceğimin yüzü anlık gülüyordu, o filmi izlerken ben de onun tebessüm eden yüzünü izliyordum. Ne kadar güzel olduğunu düşünürken birden tekrar duruluyor, eski, mutsuz haline geri dönüyordu.

Onunla konuşmayı çok düşündüm ama bir türlü konuyu açmaya cesaret edemiyordum. Bazen bakışlarındaki yardım çağrısına kayıtsız kalamıyor, ona haydi yapalım şunu diyordum. Beni duymazlıktan geliyordu. Onu anlıyordum. Bana ara ara anlattıklarından onu üzen olayı çözmüştüm. Birini seviyordu, başkasına ait birini. Tek bir kararıyla sorunu ortadan kaldırmaya razıydım ama cesaretsizlikten mi, ona olan aşkından mı bilmiyorum, bir türlü harekete geçmiyordu.

Sonra nasıl olduysa bir gün benden mektubu istedi. Önce vermeye çekindim ama başka bir çarem olmadığını görünce pamuk ellerine tutuşturdum zarfı. Zarf gitti, sevdiceğim eridi. Sevdiceğim eridi, bir türlü cevap gelemedi. 1 hafta sonra, cevap yerine o geldi. Sevdiceğimin bedeni onun karşısında bir yaprak gibi titriyordu, zaten hüzün ve mutsuzluktan yüzü sapsarıydı. Sonbahara olan benzerliği ile beni bir kere daha büyüledi. Ben ona bakıyordum, o adama. Adam ona tükürükler saçarak bağırıyordu. Nasıl yaparsın diyordu, ailemi parçaladın diyordu, hayatımı mahfettin diyordu, karıma o mektubu nasıl atarsın orospu diyordu... Bu arada radyoda cızırtılı şekilde mazi kalbimde bir yaradır çalıyordu. Sevdiceğim bu şarkıyı pek bir sever. Adam sinirinden önce radyoya bir tekme attı, sonra sevdiceğime bir tokat. İşte o an içim parçalandı, sussam gönlüm razı olmazdı, konuşsam sevdiceğim beni bir daha asla affetmezdi. Kapadım ben de gözlerimi, kulaklarımı, komada olan bir hasta gibi soyutladım kendimi bulunduğum yerden.

Gözlerimi açtığımda adamın başı kanlar içinde, yerde öyle yatıyordu. Sevdiceğime ambulansı araması için yalvarıyordu. Sevdiceğim elindeki vazo ile ona öylece bakıyordu. O zaman dedim ki tam sırası. Haydi, bitirelim bu işi. Bak buradayım, senin için kendimi fedaya hazırım.

Bana baktı, sonra ona, sonra yine bana... Yanıma geldi, beni kucağına aldı, sarıldı son kez. Adama yaklaştı, suratına sevgi mi nefret mi olduğunu tam anlayamadığım bir ifadeyle baktı. Kucağında olanları izliyordum. Hazırım dedim, başını salladı. Beni adama yaklaştırdı. Yüzünü çok net görebiliyordum ve gittikçe yaklaşıyordum. Adam yapmaması için yalvarıyordu ama zaten bu saatten sonra o vazgeçse ben vazgeçmeyecektim. Bu iş bugün burada bitecekti. Artık yeterdi.

Bağırmaya başladı, o bağırdıkça ben keyifleniyordum. Artık suratının tam karşısında ona bakıyordum. Bana bakıp sadece imdat diyordu. Onu dinlemedik. Hayatımızda ilk kez “biz” olduk. Ve suratını kapladım. Nefes borusuna giden havayı engellerken, bir yandan kan içindeki başı üzerime güzel desenler çiziyordu. %100 pamuk olmanın kötü yanlarından biri de bu emiş gücüydü. Sevdiceğim beni yıkarken biraz zorlanacak olsa da, çok uzun zaman sonra ilk defa başını bana yasladığında derin ve huzurlu bir uyku geçirecekti. Hissediyordum...

Foto