28 Haziran 2010 Pazartesi

bir gün

...sabah uyan. telaşla giyin. vapura koş. vapurda uyu. vapurdan in. otobüse bin. onu düşün. otobüsten in. işe yürü. o durakta gördüğün son halini düşün. işe git. bilgisayarı aç. ona bak. bakama. silmiş ol. pişman ol. öğlen olsun. yemek ye. sigara iç. onu düşün. işe dön. onu düşün. işten çık. otobüse bin. beşiktaşa git. onu düşün. otobüsten in. vapura bin. onu düşün. vapurdan in. onu düşün. yolda yürü. onu düşün. sokağına var. çaycıya bak. onu düşün. eve gir. onu düşün. balkona çık. ayrıldığınız günü düşün. gözyaşlarını düşün. salaklığını düşün. onu düşün. televizyonu aç. saçma bi şey izle. saçmalıkları düşün. kahve iç. acısı kalsın damağında. acıyı düşün. tvdeki şaklabana gül. onu düşün. otur. biraz ağla. onu düşün. kafanı yastığa koy. diğerini sar. onu düşün. uykuya dal. rüyanda gör. sabah kalk. düşlerini düşün. telaşla giyin...

4 Haziran 2010 Cuma

Fotoğrafın Dediği

Yağmurlu bir sabah. Saat 6 civarı. Pencereleri buğulu odanın içinde sessizce yağmuru dinleyen 2 nefes. Pencereye vuran damlaların ritmi sessiz ortamın şaşkınlığını, hüznünü, mutluluğunu, huzurunu, kendinibilmezliğini anlatıyor kendine özgü notalarıyla. Duvarlardaki kitaplar, çerçeveler, ıvır zıvır, etraftaki her şey odanın ortasındaki yatağa bakıyor. Herhangi bir yargı ifade etmeden, sadece bakıyor. Yataktakilerden birinin gözleri kapalı, diğerinin ise yarı açık, bu yargısız bakışların sahiplerini izliyor. Dünden kalan şarap bardağı, ağlamış, rimelleri akmış bir kadın gibi. Kitaplığın üzerinde açık bırakılmış kitap, tam da bir şeyler söyleyecekken laflar ağzına tıkanmış bir mahçup gibi. Perdeler ayıpları kapatır gibi. Ardındaki İstanbul biraz umarsız gibi. Kadın, kelimeleri tükenmiş bir şair gibi. Eşyaların gözleriyle anlattıklarını dinlerken, ona takıldı birden gözleri.
Siyahlar içinde bir kadın, başında elbisesinin uzantısı olan bir kumaş parçası var, bakıyor, ama ifade ettiklerini anlatmak mümkün değil, anlamak ise yürek ister. Yataktan doğruluyor kadın, çerçeve içindeki resmi inceliyor iyiden iyiye.

Yağmur bu arada azalmış olsa da, şehri sulamaya devam etmekte.

Soluna bakıyor neden bilinmez daha sonra, bakışları adamınkilerle karşılaşıyor bu ne anlatmak istediğine karar verememiş hava boşluğunda.

- Ne zaman uyandın sen?
- Kokun benden uzaklaştığında.
- Yapma allahaşkına, gören de romantik sanacak.
- Kadınların istediği de bu değil mi?

Kadın belli belirsiz gülümsüyor, ahşap çerçeveli fotoğrafa dönüyor tekrardan.

- Kadının bakışları çok...
- Çok?
- Bilmiyorum, ifade etmek zor.
- Güzel hatun, geçenlerde çektim onu, nü’de daha başarılı.
- (içinden küfür)


- i used to geet, floweers from girls in their blooom...-


Telefon çalıyor. Adamın telefonu, ancak kadının tarafında. Kadın telefonu alıyor, adama uzatırken gelen çağrı onu görmesin diye kendinden uzak tutuyor. O harflerden utanıyor.

Gökçe calling...

Adam telefonu aldığı gibi, kadının üzerinden atlayıp, atlarken de omza bir öpücük kondurmayı unutmayıp, diğer tarafa ulaşıyor. Oradan da odanın kapısına yöneliyor. Kadının bu konuşmaya tanık olmasının kimseye bir yararı yok değil mi?

Sigara masanın üzerinde, yataktan çıkıyor istemeye istemeye. Yorganın dışı o kadar da sıcak karşılamıyor onu, ürperiyor. Masaya vardığında paketin boş olduğunu görmek, küfürlerin en ağırı gibi. En ağır küfrü ediyor o da, bu sefer dışından.

Yağmur ritmini gittikçe yavaşlatıyor. Çiselerini etrafa saçıyor derin bir nefesi yavaş yavaş verir gibi.

Kapı açıldı, tahta evin yerleri, atılan adımlarla gıcırdıyor.

- Hmm, bu ışıkta güzel görünüyorsun.
- Çok flörtöz bir adamsın.
- Biliyorum. Ama bu ışıktan yararlanmak gerek.
- ...
- ...
- Ne, fotoğrafımı mı çekmek istiyorsun?
- Neden olmasın, tanrının armağanı muhteşem kıvrımlara sahipsin.
- Sana çıplak poz vereceğimi sanmıyorsun heralde?
- Yapmaa, bugünün güzel bir anısı kalsın istemez miydin?
- Bugünü güzel hatırlamak istemiyorum belki de...


Suskunluk.


- Bu kadını fotoğraflarken ne hissettin?
- Bilmem, pek de bir şey hissetmedim. Kadının elmacık kemikleri çok güzel, bakışlarında da bir şey var. Bir şey, hmm...
- Evet! İnsan sıfat bulamıyor değil mi?
- Öyle, olumlu da olabilir, olumsuz da. Baktığın moda göre değişiyor.
- Bunu yakalamanı yeteneğinden çok şansına veriyorum.
- Yapma, ben iyi fotoğraf çekerim. Hatta bunu bir deneyimleyelim.
- Hiç şansın yok.
- Neden bu kadar katısın? Yoksa korkuyor musun?
- Beni çekmenden mi, neden korkayım.
- Bilemiyorum artık.

Tabi ki korkuyor, kaçırdığı gözlerine adamın uzun uzun bakmasını istemiyor. Uzun uzun bakarsa, retinasını yırtıp adama çığlıklar atacak harflerin coşkusundan korkuyor, çok korkuyor.

- Korkmuyorum.
- İşte böyle, rahatla biraz.

- Ama bu ifadeyi bulman gerek. Bu ifadesi güç ifadeyi istiyorum.

- Emrinize amadeyim prensesim.


Kadın sandalyeye, adama arkası dönük şekilde oturuyor. Adam kamerayı çekime hazırlarken, kadın masanın üzerindeki detaylarla ilgilenmeye başlıyor. Masanın üzeri onlarca film ve fotoğrafla dolu. Hepsi ifadeli, ifadesiz, çıplak, yarı çıplak, makyajlı, makyajsız, makyajı akmış, yeni uyanmış, henüz uyumamış, sarhoş, fazla uyanık, umduk, umulmadık anlarda çekilmiş kadınlar.

- Bakıyorum çeşit seviyorsun.
- Efendim?
- Fotoğraflar diyorum, çeşit çeşit pozlar, belli bir tarz olmaksızın.
- Ha evet, doyumsuzum o konuda, sınırlarım yok. O an neyi istiyorsam, onu çekiyorum.
- Bu seni zaman zaman sıkmıyor mu? İnsan belirli bir tarza sahipken kendini güvenli sularda hisseder. Ne bileyim, hata yapma şansın azalır. Sınırlar sana cesaret verir, güven verir, ilham verir. Gittikçe daha kendini bulursun onda, tanırsın, tanışırsın. Tek bir şeyin üzerine odaklanmak, ne bileyim, sıcak bir duygu.
- Omuz hizandan bana bak, çene biraz dik, bakışlarını yarıla.
Yapar.
- Şahane.

Yağmurun ritmi dengesiz, iki vuruyor, bir vurmuyor. Bir vuruyor, uzun uzun susuyor.

- Ben tarzlardan korkarım, sınırlar beni bunaltır. İstediğimi çekemeyeceksem, neden bu kamerayı elime alıyorum mesela? Bu benim oyuncağım, bunu kullandığımda, mutlu olmalıyım. Mutsuz olacaksam, kendime başka bir oyuncak bulmalıyım. Hem senin çekimlerini de gördüm, sabit bir tarza sahip olduğunu iddia edebilir misin?
- Sen benim fotoğraflarımı anlamamışsın, mekanlar değişir, insanlar değişir, renkler, ışıklar, ambians değişir, duygu değişmez.
- Melodram, ben böyleyim diyorsun.
- En azından bir duygum var diyorum.
- Benim de milyonlarca duygum var ama bak, her fotoğrafta ayrı bir şehvet, keh keh..
- Milyonlarca duygunun içinde kaybolmaya devam et. Birgün sen değil, onların tamamı kaybolacak.
- O ne demek?
- Ne demekse demek.


Sessizlik.

- Biraz Polaroid çekeceğim.
- Peki... Biliyor musun, bu fotoğraftaki bakışları anlıyorum yavaş yavaş. Sıfat bulamıyor insan önce, çünkü kadın rol kesiyor.
- Rol mü? Bu fotoğrafı çektirirken gayet mutluydu.
- Bence bu fotoğrafı çektirirken mutlu görünmeye çalışıyordu sadece. Bu yüzden ifadesini çözemiyorsun. Mimikleriyle istediği kadar gizlemeye çalışsın, gözlerindeki hüzün insanın yüzüne yüzüne bağırıyor. Sevdiği adama ulaşamayan bir kadın gibi. Tam konuşacakken yutkunup, kelimeleri gerisin geriye atmak gibi. Ama yollarını bulup, sana ulaşıyor bir şekilde işte. Fotoğraf tehlikeli iş, anı yakaladığında, piksellerin sana anlattıklarını çözmen kolay çünkü.
- Bana dön, bir de önden alacağım.
- Bu kadar yeterli bence.
- Noldu, piksellerini okumamdan mı korkuyorsun, ha ha!
- Komiksin. Ben duşa giriyorum.

İstanbul ağlamayı kesti, hafiften güneş kendini gösterdi. Bu sefer damlaların sesi banyodan geliyor. Duşta bir kadın, düşünde bir adam, dışında bir gerçek var. O gerçek, odada, elinde bir fotoğraf, yakaladığı pozun duvardaki bir diğerine benzerliğine şaşkınca bakar...