10 Ekim 2009 Cumartesi

Sonbahar



Yapraklar yeşille sarı arası. Hafif bir rüzgar var. Esip yaprakları yaladıkça, bazıları terkedilmiş bahçelere düşüyor. Bahçeler sarı, hüzünlü, yorgun ve yaşlı. İçlerinde bulundukları geçmiş havasını sapına kadar hissettiriyorlar. Ama hava olabildiğince açık, mavi, temiz. Moda arzulatıyor. Bense evdeyim ve dışarı çıkmak ölümüne zor geliyor.
Burada duvarlarla ayrılmış antikacılara ait bahçeler var. en sağımdaki en yalnızı, bundan sebeptir en sarısı aynı zamanda. Oraya yaprakların düşüşünü izlemek daha çok keyif veriyor.
Rüzgar esiyor. Dal sallanıyor. Yaprak titriyor, titriyor ve sonunda kendini esas bedeninden ayırıyor. Doğanın kollarında yuvarlana yuvarlana yer çekimine gidiyor. Sadık bir köle gibi, o nereye çekerse, oraya. Düşerken manzarası muhteşem olmalı, hayata tersten bakıyor. Hayatı boyunca görüş açısındaki her şey birden değişiveriyor. Bir anda, tamamen farklı bir dünya. Şu an o yaprağın en kıskanılası saniyeleri. Bir kere parçası olduğu düzeneği görüyor dışardan. Tıpkı ruh bedenden ayrıldığında dünyaya havadan baka baka süzülmesi gibi, o da fark ediyor her şeyi. Gözünde büyüttüğü gövde uzaklaştıkça küçülüyor birden. Sonra başka bedenler görüyor, onunkinden büyük, ya da küçük, ya da güzel, ya da yaşlı.
Aynı bedende buluştuğu diğer yapraklara ne demeli? Onun fark ettiği gerçekliği fark edemediklerinden şu an nasıl da zavallı görünüyorlar… küçümser gözlerle bakıyor hayatının bu anında yaprak yaprakdaşlarına, ve diğer yapraklara, hatta dallara, gövdelerine, köklerine, kurtlarına, yavru kuşlarına…
Bir de o mesele var tabi. Sen kalk, bunca yıl bir kurtçuğa yem olmadan yaşa, gölgende karıncalar dinlensin, yağmurda sana sığınsın, onca benzerin bir kuşun yuvasına malzeme olurken sen ısrarla görevini koru, gururla ayakta, gururla parçası olduğun düzeneğin görevlerini yerine getir. Nefes alsın sayende, yaşasın, çark dönsün, doğa gülsün, ama aynı doğa, aynı düzenle, gelsin kıçına tekmeyi vursun. Dünya dönsün, mevsimler seni, hayatını, aslında doğal olarak, atsın o parçadan. Bundan sonra olacakları da biliyorsun. O kutsal tanrın, toprağın kucak açacak sana. Onun dinginliğinde huzurun doruklarına çıkacaksın. Sevecek seni karşılıksız, katacak ruhuna. Sen de ona karışacak, aşkıyla kölesi olacaksın. Bu bildiğimiz kölelik değil, olmak istenilen, tüm benzerlerinin bir gün tatmak için yanıp tutuştuğu, o derin duygunun sana yapmanı söylediği kölelik. O toprak ki o kadar kutsal, senin boyut kavramında en büyün sandığın, parçası olduğun gövdenin, ve diğer gövdelerin, ve tüm sistemin ve tüm dünyanın anası, nefesi, aşı, aşkı, var olma sebebi, ve aynı zamanda yok olma nedeni. Bu aşk, bu çarkın dönmesinin tek sebebi, yoksa büyük isyanlar çıkacak, büyük acılar çekilecek, düzene lanet edilecek, tabiatın dengesi bozulacak. Yaprak deyip geçmemek gerek, yazın ortasında bir toplu intiharla tüm sistemi çökertebilecek güce, tüm dengeyi bozacak iradeye sahip bir olgudur yaprak. Ama toprak aşkı buna izin vermez, düzenin en kutsal parçası, düzensizlikten hoşlanmadığını, kalplerine hissettirmiştir her titrek yaprağın. Bu aşkla döner çark, aksi zaten düşünülemez.
Düşünüyor bunların hepsini yaprak, 4 saniye, 400 sanise içinde tüm bu düzeni, nereden geldiğini, nereye gittiğini, kutsalını, ve onun kutsalsızlığını, hayatı, dengeyi, hakkını ve haksızlığa uğramışlığını, ama olgunlaştığını, olgunlaşıp doğaya karışacağını, bir yandan üzerinde geniş bir örtü olan gökyüzünün mavisini, onu görme şansının artık kalmayacağını, kuşların güzel türküleriyle uyanamayacağını, yavru karıncalara yoldaşlık yapamayacağını, canının en küçük, ama en değerli parçalarını onlarla paylaşamayacağını, ama bunların hepsinin bu aşka değer olduğunu, bu aşka değer olduğunu mu, bu aşkın boyutunun istediği, yaşanılası boyut olduğunu mu, yoksa algısı dahilindeki güzelliklerin mi daha tat aldığı şeyler olduğu, olmadığı, en ucundaki damarından, taa gövdesinin sonuna kadar hissetti, ve bunların hepsi 4 saniye sürdü.
Ve oyun bitti.
Artık onundu, kutsalınındı. Ve bu duygunun tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kış geceleri gövdesinin kulağına fısıldadığı masalları hatırlıyordu, diğerleriyle birlikte dinleyip aşka geldiği o masallar, bir an önce o aşka ulaşmak için onu yanıp tutuşur hale getirmişti. Tüm yapraklarla birlikte titremiş, o günü iple çektiklerini, hatta bazılarının gövdelerinden kurtularak o aşka kendini kurban ettiğini hatırladı. Allahım ne büyük bir duygunun eseriydi. Ve işte buradaydı, bu duyguyu tatmak için ona kavuşmuştu. Etraf sessiz, hafif bir rüzgar sesi, onu yerinden titreten esintiler, yolculuğa çıkmış börtü böcek, kökünü ilk defa gördüğü gövdesinin yanında, yalnız, sessiz, rahatsız edici bir huzurla duruyordu. Bir cevap bekliyordu kutsaldan, geldim işte, neredesin, ve ne yapmaktasın. Sana sonsuz aşkımı vereceğim, bunun karşılığında o kış geceleri anlatılan rüya gibi masalları yaşayacağım. Değil mi, yaşayacağım? Nerdesin, bak ben buradayım. Artık senle, sonsuza karışacak, dengenin bir parçası olmak için gövdemi uğruna feda edeceğim. Feda edeceğim ki doğa beslensin, yeni benler olsun, yeni benler aynı Sen’e feda olsun…
Sorular havada beklemede, yaprak hafif esen rüzgarla bir o yana, bir bu yana gövdesini sallamaktaydı. Zaman izafileşmiş, kelimeler artık o anda, kifayetsizleşmişti…
Ve ben orda, o anda, o yaprağı izlemekte, hayatımı düşünmekteydim.


Fotoğraf: deviantart/pavsys

Yalnızlık ve Yalanlar Üzerine



Karşı apartmanın son katındaki orospunun camında bir kuş, karnımda bir ağrı var.
Bugünkü rolünün iyi mi, kötü mü olduğunu kestirememiş, asapbozar bir hava günü kasvetli hale getirirken ben hala bu balkondan uzak kalamıyorum. Bir çok benzerliğimiz var bu dört duvarla bence. Ama başka yazının konusu bu.
Çok değil, 2 metre mesafemde, yatağımda bir yabancı nefes alıp veriyor. Biraz önce yanındaydım, yorganın inip çıkışını izliyordum. Yıllar önce izlerken annesine huzur veren bu görüntü ben de hiçbir etki uyandırmıyor. İzliyorum sadece.

Yan komşu gün geçtikçe saksafonu iyi çalmaya başlıyor, artık gelen melodiler daha anlamlı.

Hareketlenmeye başladı yabancı, uyusun biraz daha, şu anı bozmasını istemiyorum.
Ruhu kibir ve egodan arındırarak bir şeyler yaşamanın mantıksızlığı gün geçtikçe daha çok aklıma yatmakta.
Paylaştıkların, mutlulukların, sinir girdapların, esprilerin, göt olmaların, içip sayıkladıkların, anlık cevapların, verdiğin sevgi, şefkat, ilgi, sarmalama, hepsinin ama hepsinin sana kendini iyi hissettirmek gibi bir bedeli, hayır görevi var. Bu dünyada hiçbir canlı, bir diğeri için yaşamıyor, yaşamasını savunmuyorum da, derdim –miş gibiler.

Güneş açtı, bu yazının asabiyet ayarını biraz bozabilir.

Gerçekten hayatındaki yeri farklıy-mış gibi, ortak bir şeyleri paylaşıyor-muş gibi, davan hakikaten çok önemliy-miş gibi, söylediğin kelime çok anlamlıy-mış gibi, birilerine değer veriyor-muş gibi davranmaktan bıkmadın mı ey ademoğlu?
Gerçekleri kendine açıklamak bu kadar zor değil, ben senleysem bunun senle hiçbir ilgisi yok, tıpkı sen benleyken bunun benle hiçbir ilgisi olmaması gibi.
Buraya kadar saat doğru işliyor, ademoğlu için anlaşılabilir bir noktadayız. Benim için asla açıklanamayacak olan ise bu oyunu idare etme gücünü veren şeyin varlığı; kendine olan anlamsız aşkın? Yalnızlık korkuların? Sadece hayatta kalma çaban?
Gerçekten çok mutlu insanlar gördüğümde gerçekten çok şaşırıyorum.
Mükemmel ilişkiler, sorunsuz aileler, huzurlu uykular, aşk yaşayanlar ve buna benzer garipsenecek yüzlerce olay, ama en içinden çıkılmaz olanı, aşk yaşayan sahtekarlar.
Olabilecek en son nokta aşk diye bir şeyin varlığını baştan kabul etmek zaten. Bir insanı ölümüne sevemezsin, olsa olsa, kendi yansımanı görmüşsündür onda, ya da olmak istediklerini. Dönüp dolaşıp sürekli kendi kürkçü dükkanına varıyor tüm yollar, nasıl fark etmiyorsun? Daha kötü olanı, fark edip hala nasıl yalan söyleyebiliyorsun?
Mutlu olmak için sanırım. İçimdeki boşluk tam olarak bu noktada isimleniyor.
Ama yalan söylemeyeceğim mutlu insanlar, bazen sizi hayvanlar gibi kıskanıyorum!

İşte bu yüzden, zaman zaman oyuna girmek, gerçekleri fark etmekten daha mantıklı geliyor.

Ne bakıyorsun morpheus, mavi olanı yutmayı düşünmek de mi yasak?


Fotoğraf: deviantart/miraruido

Agresif Bir Gün



Herkes birbirini sikmeye çalışıyor şu dünyada…

…erkek kadını, kadın erkeği, beyin beyni, güçlü güçsüzü, entel milleti, millet birbirini, sokaktaki insanlar karşılarından gelen kalabalığı… sikin abi, tebrik ederim. İstediğiniz o kocaman sikler egonuz peki bundan haberiniz var mı?
Ben var ya ben, ah o ben yok muyum, anlamıyosun sen… anlayamazsın benim yaşadıklarımı yaşamadın ekolü nesli, en büyük sik sizin, zenciler bile yarışamaz, o derece.
Bir şeylerin tarafı olmak, bir şeyler için kafa yormak, insanın kendini tanrıya en yakın konumlandırdığı nokta bu bağlamda. Ateist entellerin dile getirmedikleri şey, inanmıyorlar, çünkü esas tanrı onlar.
Eleştriye kapalı ol, biri senin hayat görüşüne karşı iki laf etsin, hadi yolla cehenneme. Tanrının sıçtığı pokun üstüne pok mu olurmuş?
Olmazmış.
Bir dur, bir soluklan, ne diyor o karşındaki bir bak be gerizekalı. Senin kafa yorduğun şeyleri hiç düşünmüş mü, sonucunda çıkarımları neler olmuş, hayat için anlamlandırdığı şeyler ne, ne oluyor, ne bitiyor, ne kadar farkında? O farkındalıkla hayatın neresine tutunmuş da yorulmuş da tutmaktan vazgeçmiş de pasif agresif direnişler içerisinde…
Ama olur mu, sıçtı bir kere tanrı, başka söze ne hacet?


Resim: deviantart/ahermin

Masal



Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde dünyalar güzeli bir kız yaşarmış. Güzel olduğu için ayrıca dünyalar iyisiymiş de. Bu masal ülkesine çirkin ve iyi kızları almıyorlarmış çünkü. Her seferinde kapıdan geri çevrilen bu kızlar hem yapacakları başka bir iş olmadığından, hem de saflıklarından kötü yola düşüyorlarmış. Masallardaki dünyalar güzeli kızlar bu kızların çalıştıkları semtlerin isimlerini bile bilmezlermiş. Persiyadaymış bu çirkin kızların batakhaneleri. Dünyalar güzeli kızlara anneleri bilmesin diye persiya kelimesinin anlamını pırasa satılan yer olarak anlatırlarmış.
Bu dünyalar güzeli kızların babaları, kocaları persiyaya giderlermiş bazen. Kızlarına da pırasa almaya gittiklerini söylerlermiş. Her seferinde de eve bir torba pırasa ile gelirlermiş. Dünyalar güzeli kızlar babalarını/kocalarını pencere önünde beklerlermiş. Ama aslında penceredeki yansımalarına bakmak içinmiş bu. Kendilerine bakıp kendilerinden büyülenirlermiş. Babalarının/kocalarının pırasa almaya çıktığı günler bu kızlar toplanıp kimin daha güzel olduğunu tartışırlarmış. Ama dünyalar iyisi kızlar olduğu için hepsi başka bir arkadaşını seçermiş, kimse kendisini en güzel göstermezmiş. Bu tartışmaların sonu hep muamma kalırmış, ama sonunda hepsi birbirinin güzelliğine aşık olur, çılgınlar gibi sevişmeye başlarlarmış. Her biri o gün en güzel belirlediği arkadaşıyla sevişirmiş. Bunun için babalarının/kocalarının pazardan getirdiği pırasaları kullanırlarmış. Kimse de bu pırasalara ne olduğunu hiç sormazmış.
Masal bu ya, bir gün dünyalar güzeli ve dünyalar iyisi kızlardan birisinin babasının canı pırasa çekmiş. Persiyadan dönüşte aldığı pırasalar aklına gelmiş. Kızından akşama pırasaları pişirmesini söylemiş. Ama kızı o pırasaların sonuncusunu dün alemde kullanmış. Evlerinde pırasadan eser yokmuş. Kara kara düşünürken, dünyalar güzeli diğer arkadaşlarından yardım istemeye karar vermiş. Ama kimsede pırasa kalmamış. Dünyalar güzeli arkadaşlarından biri, ayrıca dünyalar iyisi bir insan da olduğundan ona bir fikir vermiş. Persiyadan gidip pırasa alabilirmiş. Ama bizim kız, yolu bile bilmiyormuş. O bilmiyormuş ama mahallelerinin eskiden dünyalar güzeli, şimdinin dünyalar pörsümüşü yaşlı mendilcisi pırtan hanım masal dünyasından sık sık kaçamak yaptığı diğer dünyanın piriymiş. Ona sormaya karar vermiş. Ne de olsa persiya da o dünyanın dışında bir yerlerdeymiş. Böylelikle giyinmiş, süslenmiş, güzel kızların takınması gereken adapta dışarı çıkıp mendilci pırtan hanımı bulmuş. Pırtan hanım 2 dünyayı da yakından tanıyormuş, 2 dünyanın da adetlerini iyi biliyormuş. Bundan olsa gerek, dünyalar güzeli kızın pırasa almaya persiyaya gitmek istediğini duyunca hiç şaşırmamış. Annelerin kızlarına böyle söylediğinden her olgun masal dünyası kahramanı gibi onun da haberi varmış. Şimdi dünyalar güzeli kıza persiyanın batakhane olduğunu söylese olmazmış. Masal dünyasının büyüsünü bozarsa sonucunun ona da dokunacağının farkındaymış. Böyle temiz yürekliymiş pırtan teyze. Bu dünyanın kimyasını bozmanın şimşekleri onun üzerine çekeceğini bilirmiş. Bu, bu günlerde, tam da diğer dünyaya kaçamaklarını sıklaştırdığı bir dönemde hiç de hoş olmayacak bir durummuş. Ekmek parası aslanın ağzındaymış, artık kimsenin mendil kullanma adeti kalmamış. Piyasadaki hazır peçeteler kendi mesleğinin bitmesine sebep olmuş. E tabi onun da para kazanması gerekirmiş. Bakmakla yükümlü olduğu çoluğu çocuğu, torunu torbası varmış. Ne yapacağını düşünürken aklına dahiyane bir fikir gelmiş.
Pazar gerçekten de ironik olarak persiyanın içinde kurulurmuş. Babalar/kocalar bu durumdan zaten pek bir memnunmuş. Eve giderken masum yalanlarının üzerini örtecek pırasaları, karılarının/kızlarının aşk oyuncağı tazeleri buradan alırlarmış hep. e pırtan teyze madem oraya gidecekmiş ille, şu körpecik kız için bu işi biraz erkene almasının bir sakıncası yokmuş. Zaten bu işin başka çıkar yolu da yokmuş. Masal dünyası hükümeti bu sıralar biraz karışıkmış. yeni yönetim kadrosu tartışmalara yol açmış, yenilikçi ve biraz demokratlarmış. Bu da gelenekselcileri huzursuz ediyormuş. Persiya gerçeğinin ortaya çıkması, gelenekselcilerin kullanabilecekleri sağlam bir koz olabilirmiş. Yeni kadronun masal dünyasında sadece soruna ve ahlaksızlığa sebep olduğunu iddia edebilirlermiş mesela. Taze körpeciklerin dünyanın çirkin tarafını keşfetmesi iyi bir duygu sömürüsü malzemesi olabilirmiş. Burada da günah keçisi tabi ki pırtan hanım olurmuş. Hem yenilikçileri savunduğundan, hem gerçeklerin öğrenilmesine vesile olduğundan bu durum için biçilmiş kaftanmış. Ama hayır, buna izin vermeyecekmiş. Böylelikle güzel kıza telaş etmemesini, kendisinin oraya gideceğini, onun sükunetle evinde pırasaları beklemesini istediğini söylemiş. Güzel kız kabul etmiş. Zaten bu dünyada penceredeki yansımasına bakmaktan ve peminle sevişmekten başka severek yaptığı bir şey yokmuş. Sorumluluklar ona göre değilmiş. Peminle sevişirken bile pasifmiş. Onun için pencere önünde geçirdiği dakikalar hayatının en anlamlı zaman dilimleriymiş. Şimdi kalkıp taa başka bir dünyaya geçmek zaten çok büyük bir işmiş. En son bu kadar zahmetli bir işi pemin ondan aktif olmasını istediğinde yaşamış. Pörsümüş teninden utanmadan hala sokaklarda dolaşan mendilci pırtan teyze derdine tam anlamıyla derman olmuş. Şimdi eve gidip pencere önüne geçme zamanıymış, geç bile kalmış. Pürüzsüz tenine bakıp, onu okşayıp, sevme zamanı gelmiş. Güzel olmak ne kadar güzel bir şeymiş!
Böylelikle tahmininden erken yola çıkmış pırtan teyze… (bitemedi, bitecek bir gün)



resim: deviantart/kaisaris

Hisdökümü


Büyük, çok büyük bir şato. İki büyük kapısının yanında, iki büyük aslan heykeli olan kocaman, gri, yalnız bir şato. Gıcırdayarak açılan kapılarında yılların “yaşanmamışlık” izleri. Öyle ki, örümcekler bağlamış tokmaklarını, çalamıyor insan.
Ama benim şatom o, bu yüzden içeri giriyorum. Büyük holünün ortasında kocaman merdivenler, yanlarında ise dizili onlarca oda. Her şey uzak, soğuk, yalnızlığı hatırlatan bir şehir kadar gri. Benim, ama benim değil. Tanıdık bir renk, ama sevilen değil. Koşmaya başlıyorum soluğum yettiğince. Odaların içinde arıyorum rengi teker teker. Hepsi şık, hepsi dekoratif, albenili odalar. Ayrıntılarında binlerce güzellik var, ama bir metre yakınımda değil, yüz yıl uzağımdalar. Benim, ama benim değil. Gezerken teker teker bu odaları, sahip olduklarımdan utanıyorum, artık sıkılıyorum bakarken yeni bir renk bulmak için. Odaların arasındaki yuvarlak, çerçevesi oymalı aynaya ilişiyor gözüm. Ve fark ediyorum. Ben de aslında kaçtığım o griyim, herhangi başka bir renk yok üzerimde. Gözlerimde ya da parmak uçlarımda. Her şey gri. Ben, benden uzak, soğuk, yalnız bir şehir. Hayır, o yalnız şehirdeki martıyım. Kanatlarım var, ama kaçamıyorum parçası olduğum o şehirden. Korkuyorum belki, ama daha çok alışkanlık o içimdeki. Zaten alışkanlıklar büyütmez mi gözünde o dışarıdakileri?
Odalara dönüyorum ve moralim bozuk. Baktığım her oda bana aynı soğuklukla bakmakta. Aslında onun soğukluğu, beklide sadece benim bakışlarım yüzünden. Demin aynaya bakarken fark ettim, ifadem de gri. Bendeki yansımanız da bu yüzden, bir türlü renklenemiyor odalar. Bazılarınızın içten, tuhaf bakışları içimi ürpertmedi değil, ama bu ürperti açık bıraktığım kapıdan sızan rüzgarın eli de olabilir.
Gerçeği, gerçek haliyle göremediğimden, bütün cümlelerin yüklemleri olabilir e sığınıyor. Ya da sadece, “gerçek” olan benim bakışım, yalan olan diğer gerçek sandıklarımdan beni koruyor. Olabilir.
Peki bu odalar, bana umutsuz hastalar gibi bakarken, belki de içindeki olası bir rengi fark edeceğim günün umuduyla yaşarken, aynı zamanda neden bana vitrinde sergilenen bir obje kadar uzak? Aidiyet duygumu kaybetmiş olabilirim. Benim olan bu odaların benden bu kadar uzaklaşması başka nasıl bir sebebe dayanabilir?
Küçükken hep en sevilen olmak isterdim. Ne kadar sevilirsem o kadar ait hissederdim. Ve bundan kopmamak için insanların beni seveceği şekle sıkışır, kendimi benliğimden ederdim. Şu an bulunduğum bu burukluğun, bu griliğin, bu hissizliğin sebebi aslında sevilmemem mi? Olabilir.
Koştukça aklıma geliyor. Gri kapıların, gri kollarını çevirip, gri çerçeveleri olan o uzak şehir havalı odalara baktıkça, kendimi o kafesini sadistçe seven martıların gözleriyle görüyorum gitgide. Bu odalar neden bu kadar güzelken, “güzel” demeye dilim varmıyor? Bana bu kadar aitlik hissiyle bakarken, bir o kadar uzaklaşıyor?
Aradığım renkler nerde sorusunun bir cevabı olsa keşke..
Başka dört duvarın ardına gizlenmiş olabilirler – ki varlar, sahiplerini hisleriyle yansıtıyor, yansımalarıyla sahiplerinin hislerinin yansımalarına karışıyor, etrafı bir yansı cümbüşüne sokuyor, gıbta ile bakılan bir renk cümbüşüyle sadece kendilerine yarıyorlar. Gıbta ile bakmak ise, sadece o çocukluğumda oyunların en çok aranan, her planın kurucusu olan, hep onun evine en yakın parkta oynanan, arkadaş grubunun o en parlayan çocuğuna olan hislerimi hatırlatıyor. Asla yerine geçemeyeceğimi bile bile, onun gözleriyle hayata bakmaya çalışıyorum. Yalancı bir pollianacılık oyunu. Ama bunu yaptığım her gün, aslında kendime eziyet ediyorum. Savaştan savaşa girmiş, yıpranmış zavallı benliğim, bir sahtekarlık oyununun daha repliklerini ezberlemekle meşgul. O gri çerçevelerden birinden dışarı bakarken işte içimde bu fırtınalar kopuyor.
Dışarıda bir yavru Kremlin, durmaksızın renk değiştirip, benliğimi elimden alıyor, insanlığın sonradan yarattığı o en kötü icadın, o iradesizliğin, “kıskançlığın” alevlerini korluyor, geriye dönüp bu güzel dekore edilmiş, uzak, yalnız ve gri şehirleri andıran odaya baktığımda oluşan fütursuzluğumu bir adım nefrete yaklaştırıyor, odanın bana bakan umutsuz gözlerini göremiyor, derinliklerinden bana fışkırtmak istediği sevgisini, gözümdeki perdeler yüzünden –bilmiyorum bu perdelerin gri olduğunu söylememe gerek var mı- bana iletemiyor, çaresizliğinin girdabında bir şeyler haykırmak istiyor, ama yapamıyordu. Ve ben koşturmaya devam ediyordum. Arkamda bıraktığım gri umutsuzluklar ve koşarken oluşan rüzgarın iteklediği gözyaşlarımın saydam mutsuzluğuyla. Her odadan gözüme takılan, ya da bakıp kendimi özellikle acıttığım manzarası olan küçük Kremlin gözümde büyüyüp bir sevgi çınarına dönüşüyor, bense onun karşısında bıçağı biraz daha kalbime saplıyor, her miliminde o en sevilen çocuk olamamanın kızgınlığını göğüs kafesime sokuyordum.
Odalar gri ve ben mutsuzum. Yoruldum artık, koşmuyorum. Bir iki tane gri kapı kaldı aralanmayan, ama nihai gerçeğin ne olduğunu bilerek, umutsuzluğun içine gömülerek, ama aynı zamanda mekaniğe bağlanmış olarak onlara doğru yürüyorum. Ve sanırım yavaş yavaş kabulleniyorum. Bu gri dört duvarın içinde, gıpta ettiğim o renklerden uzak, kendimle baş başayım. İliklerimde hissettiğim bu ürperti aslında kabullenmem gereken kendi yüzüm. Tıpkı bu aynada gördüğüm yansımam gibi… gibi…. Bu aynada bir farklılık var gerçi, diğerlerinden sanki şekilsel olarak farklı, hangi odaydı bu, sondan bir önceki. Aslında çerçevesi diğerleriyle aynı, oymaları, şekli, karşısında yansıttığı nihai griliğiyle sahibi.
Ama bir şey var, bir şey, bu, bir renk..
Kalp atışlarım hızlanmaya başladı ve sanırım alnımın sağ tarafından yavaş yavaş ve pervasızca bir ter damlası süzülmekte. Titriyorum, bu yansımanın ne olduğuna bakmak için dönmeye korkuyorum.
Ter damlası göz hizama geldi.
Titriyorum. Aradığım şeyi bulmuş olabilme ihtimalimden korkuyorum. Artık aynaya bile bakmaya korkuyorum bu rüya bitecek diye.
Ter damlası burun hizamda.
Titriyorum. Uzun zamandır –aslında düşününce bu zaman dilimini tohumuma kadar uzatabiliriz- bunca uzun zamadır, yaşayamadığım o duyguların hemen önündeyim. Dönüp bakmaya korkuyorum. Gözlerimi kısmış, aynaya bakıyorum. Bakışlarımdan korkup kaçmasın diye, ürkmesin diye, orada öylece durmuş, hareket etmeden,
Ter damlası çene hizamda.
Kaçışı olmayan kararla, geriye doğru dönerken, yuvarlanan ter damlacığı yere vuruyor ve yansımasında bir kez daha hayal kırıklığımın parçaları görünüyor. Bundan sonra, ya odalardaki perdeleri kapalı tutmalı, ya odalardaki aynaları kaldırmalı. Bir daha karşıdaki küçük Kremlinin aynaya yansımasını görüp de kendime ait bir parça zannedip hislenirsem, kalbim buna dayanamayacak durumda olabilir…
Olabilirli bir yüklemle daha, odanın kapısını kilitleyip, gri gerçeğimin içinde yavaş adımlarla kayboluyorum…


resim: deviantart/theoccultside

Yalnız Bahçeler



Sonbaharın eliyle sıkıp buruşturduğu, hüznüyle kurutup bir paçavra gibi attığı sarılar, siz nelere kadirsiniz böyle?
En olmadık anlarda olmadık his dökümleri yaratır, sonra da oh olsun diye size bakanlara hüzün bakışlarınızı fırlatırsınız. Bazen seker, bazen yakalar kurbanını böyle günlerde o bakışlar, o zaman hissizini, uğursuzunu dinlemez, kafası iyi olmayanı dahi kedere boğar, en az 10 dakika kendine kilitler, tabiri caizse kal getirir, helal olsun.
Ha bir de, hava sıcağın bir derece az, soğuğun bir derece fazlasıyken, yaprakların ve yağmurun attığı pislik içindeki balkonun dışında görüntüsünü tamamlayan şehir yaşamı klimaları, boş leğenler, kurlaşan leylekler, hafiften esen rüzgar, uzaklarda denizin varlığı ve yokluğu, ha bir de çocukların kuru gürültüleri varken, yani konseptini tamamlamışken, kanına girer, artık şans bırakmaz adamda. Vakit, keder vaktidir, geçmiş olsun.
O zaman bıraktım dinlemez, başlamadım dinlemez, yeni söndürdüm dinlemez, istetir kendini sigara. İlle yakıcan, başka bir çaren yok. İçine havanın soğuk ve temiz kokusunu da çektin mi tamamdır, artık 2 kelimeye bile gözlerini dolduracağın kıvama gelmişsindir.
Bir müzik açacaksın içerde, çıkacaksın balkona. Etrafına biraz göz atıp yakacaksın sigaranı, oh mis gibi bir duygu, şimdi sıra derin incelemelerde.
Önce mekanı bir inceleyelim; balkon tabi ki pis, ama ev terliklerinle girecek kadar cezp edici aynı zamanda. Sanki annenden saklıyor gibi, hafif mahçup, hafif bir çocuk yaramazlığı ile basacaksın o pis yere, adet budur. Duvarın yakınına geldin mi, koy sigaranı duvarın üzerine, ne aşağı düşecek kadar tehlikede olsun, ne de içeri düşecek kadar sağlamda. Madem zorla istetti kendini, bir huzursuzlukla bulunsun kaldığı yerde, korkularının esiri bir tek sen mi olacaksın ya? Sonra dönüp bakacaksın bir dünyaya, ağzını öpeyim pinhaninin.
Sol tarafında, hani o şair adamın perdeleri olmayan odasının bulunduğu apartmanda, çatıda İstanbul suyundan daha beterce bir suyu içinde barındırdığı belli olan bir tanker, çirkin sarı rengiyle yavşakça gülümsüyor güzel ve açık gökyüzüne. Üzerinde bir leylek var, hemen yanındaki dumanının tüttüğünü hiç görmediğin bacanın üzerinde de bir diğeri, kurlaşıyorlar, ama sesleri gerçekten berbat, ve tam olması gerektiği gibi. Hemen yanlarındaysa sıra sıra antenler, evlerinin içine kapanıp ordan tekil bir iletişimi tercih eden sürünün kolu bacağı, duruyorlar güzel çirkinlikleriyle. Naparsın, hayat..
Aşağıya doğru bir göz ucuyla baktığında görünen ilk şey klimalar. 3-5 tanesi dizilmiş tek katlı yapının üzerine, o yapının da ne olduğunu tam anlamış değilken, bir de bu kadar klimayı ne yaptığını düşünmek biraz fazla gelebilir, düşünme.
Biraz daha aşağılarda, apartmanın ve diğer apartmanların zemin katlarının ve geçmişin sahipleri antikacıların arka bahçeleri. Ne görmeyi beklediğini/beklediğimi bilmiyorum, ama büyülü bir geçmiş havasından çok hafif bir gülümseme getirecek komik nesneler mekanı olmuş, belki de mevsimlerdir yerleri değişmeden kalan bu sahiplerin karakterine bürünmüş melun melun bakıyorlar. Sağa yakın olanında, çok yaşlı olduğu belli olan bir ağaç, -bu ayrıntıyı vermeden geçemeyeceğim, ağacın neredeyse bu kata, 4. kata bakan tarafında bir dalda bir poşet çöp duruyor, düşün düşün, mantık almıyor, nasıl, neden??:)- ağacın gövdesine asılmış bir davul.. onca yağmuru, karı, fırtınayı, güneşi yedikten sonra orada tabi ki işlevsiz. Orada ne işi var, ne amaçla konulmuş ta unutulmuş ta çürütülmüş bilinmez, tıpkı yanındaki katlanan sandalyenin sahiplendiği gibi, ufak bahçeyi sahiplenmiş, e haklı.
Yine de güzel umutlar varmış başlarda bahçeyle ilgili, belli. Giriş kapısından bahçenin ortasına kadar taşlar döşenmiş, kalan yeşilliklere basılmasın da bozulmasın diye. Sonra en son ne zaman ayak bastı bu taşlara o antikacı, bilinmez.. ama belli olan bir şey var ki o da diğer benzerleri gibi bu bahçeye de geçmiş havasını ve yalnızlığını vermiş, insan bakarken bir tuhaf oluyor, yalnız hissediyor, sessiz hissediyor.
Sola yakın olanına geçelim; içinde kimbilir hangi yağmurdan kalma pis bir suyun bulunduğu mavi bir leğen. Hafif toprağa gömülmüş artık, yerlisi olmuş bahçenin. Arada uğrayıp su içen kuşlar dışında hayatla pek bir iletişimi yok, ama mutlu görünüyor. Olsun, bazıları yalnız mutlu. Etrafı hafif çim hafif toprak karışımı, arada sahibinin gelip antikalara cila spreyi sürdüğü, bu yüzden cila spreyi kokan, cilalanmış, özünden çıkmış, yine de sahibine özveriyle yaklaşmış, sonra da yakınlaşmış, ama hiç yaranamamış, yaranmak ne kelime, baya bir boşlanmış, horlanmış, diğerinin sempatik görüntüsünden farklı olarak acınası, acımtrak bir bahçe olup çıkmış. Daha yalnız görünüyor, daha terkedilmiş ayrıca. En kötüsü de sahibinin içinde bulunup iletişimde bulunmadığı yalnız bir bahçe..
Ve bununla aynı düzlemde onca benzeri..
Kafanı kaldırıp, o nelere kadir olan, o inanılmaz havası ile sarıları göreceksin.. kimisi dökülmüş, balkonuna konuvermiş, kimisi yalnız bahçelerde, kimisi damlarda, kimisi humus olmuş, toprakta, onla beslenen bitkide, börtü böcekte can bulmuş, her yerden, her haliyle sana bakmakta. Hüznü ta iliklerine kadar hissettirmekte.
Tam o sırada işte, tam o anda, telefonu eline alıp, o birini aramak, tam olarak bu sarıların fikri. Öylesine yalnızlar ve öylesine bütünler ki, yanlarında içine dönüp, yalnızlığından korkup, o birine sarılmak duygusu, ya da tam tersi bazen, kendine sarılmak, koca dünyada, küçük bir nokta olan varlığınla yetinmeyi öğrenmek gibi bir tekabül geçişi yaşatmakta adeta bu sarılar. Ah yok mu bu sarılar.. bak hüzne daldım yine, kendime sarılma vaktidir.



fotoğraf: deviantart/redrosegrace

Yağmurlu Bir Gece


Hava soğuk.. ben soğuk..
İçimde ürperti veren minik bir kıskançlık, duygularımın ne olduğunu anlamaya çalışarak soğukta öylece oturuyorum.
Sobayı yakmam gerek, sıcak bir şeyler içmem gerek, belki de ona mesaj atmam gerek
Ama dedim ya, hava soğuk, ben de..
Sabırsız bir ruha ve bedene sahip olmanın ızdırabı içinde soğuktan patlıyorum. Ellerim titriyor/terliyor bunları kelimelere dökerken. Ve söylüyor tınılar hislerimi/istediklerimi; yağmurlu günlerde seviş benimle, kuşlar çinko damı gagalarken..
İnsanın kendisiyle çelişmesi güç bir durum. İstemekle istemememin, düşünmekle düşünmemenin, adım atmakla atmamanın arasında bir yandan kendime verdiğim sözler, bir yandan kelimelere dökmek istediğim tüm o heceler tane tane kafamdan çıkıp kalbime giderken ben aslında böyle bir şeyin olmadığını benliğime anlatmaya çalışıyorum. Ve hava çok soğuk, hala bir şeyler yapmak için harekete geçmiyorum..
Minik bir kıskançlık zelzelesinin altında kalan cansunun hazin küfürlerini sokaktaki köpekler dışında kimse duyamamıştı. O ıslak gecede, o zelzele sonrası kendini dışarı atıp olmayan karın olan soğuğunu yiye yiye, yağmurun çiselediği sokaklarda temposunu tutturmuş, ama tahminlerini tutturamamış halde küfürleri ile birlikte köpeklerin şaşkın bakışları altında antikacılar sokağına dönüyordu sayın seyirciler. Bakalım talih ona bundan sonrası için ne tür oyunlar oynamıştı? Bir hayat sonra!
Yaklaşık 1 dakikadır klavyenin harflerine bakıp ne yazmam gerektiğini düşünüyorum, onun evinde onun yanında oturduğum ana bir geri dönüş yapıyorum. Şimdi bir senaryo kuruyorum, ışıkları kapatmış televizyon izlerken ben onun omzuna başımı dayıyorum, sonrası Allah kerim. Wordün Allah kelimesinin ilk harfini büyük olarak düzeltmesi ile irkiliyorıum. Sanırım bu bi işaret. O bana göre değil.



resim:deviantart/msgolightly