10 Ekim 2009 Cumartesi

Sonbahar



Yapraklar yeşille sarı arası. Hafif bir rüzgar var. Esip yaprakları yaladıkça, bazıları terkedilmiş bahçelere düşüyor. Bahçeler sarı, hüzünlü, yorgun ve yaşlı. İçlerinde bulundukları geçmiş havasını sapına kadar hissettiriyorlar. Ama hava olabildiğince açık, mavi, temiz. Moda arzulatıyor. Bense evdeyim ve dışarı çıkmak ölümüne zor geliyor.
Burada duvarlarla ayrılmış antikacılara ait bahçeler var. en sağımdaki en yalnızı, bundan sebeptir en sarısı aynı zamanda. Oraya yaprakların düşüşünü izlemek daha çok keyif veriyor.
Rüzgar esiyor. Dal sallanıyor. Yaprak titriyor, titriyor ve sonunda kendini esas bedeninden ayırıyor. Doğanın kollarında yuvarlana yuvarlana yer çekimine gidiyor. Sadık bir köle gibi, o nereye çekerse, oraya. Düşerken manzarası muhteşem olmalı, hayata tersten bakıyor. Hayatı boyunca görüş açısındaki her şey birden değişiveriyor. Bir anda, tamamen farklı bir dünya. Şu an o yaprağın en kıskanılası saniyeleri. Bir kere parçası olduğu düzeneği görüyor dışardan. Tıpkı ruh bedenden ayrıldığında dünyaya havadan baka baka süzülmesi gibi, o da fark ediyor her şeyi. Gözünde büyüttüğü gövde uzaklaştıkça küçülüyor birden. Sonra başka bedenler görüyor, onunkinden büyük, ya da küçük, ya da güzel, ya da yaşlı.
Aynı bedende buluştuğu diğer yapraklara ne demeli? Onun fark ettiği gerçekliği fark edemediklerinden şu an nasıl da zavallı görünüyorlar… küçümser gözlerle bakıyor hayatının bu anında yaprak yaprakdaşlarına, ve diğer yapraklara, hatta dallara, gövdelerine, köklerine, kurtlarına, yavru kuşlarına…
Bir de o mesele var tabi. Sen kalk, bunca yıl bir kurtçuğa yem olmadan yaşa, gölgende karıncalar dinlensin, yağmurda sana sığınsın, onca benzerin bir kuşun yuvasına malzeme olurken sen ısrarla görevini koru, gururla ayakta, gururla parçası olduğun düzeneğin görevlerini yerine getir. Nefes alsın sayende, yaşasın, çark dönsün, doğa gülsün, ama aynı doğa, aynı düzenle, gelsin kıçına tekmeyi vursun. Dünya dönsün, mevsimler seni, hayatını, aslında doğal olarak, atsın o parçadan. Bundan sonra olacakları da biliyorsun. O kutsal tanrın, toprağın kucak açacak sana. Onun dinginliğinde huzurun doruklarına çıkacaksın. Sevecek seni karşılıksız, katacak ruhuna. Sen de ona karışacak, aşkıyla kölesi olacaksın. Bu bildiğimiz kölelik değil, olmak istenilen, tüm benzerlerinin bir gün tatmak için yanıp tutuştuğu, o derin duygunun sana yapmanı söylediği kölelik. O toprak ki o kadar kutsal, senin boyut kavramında en büyün sandığın, parçası olduğun gövdenin, ve diğer gövdelerin, ve tüm sistemin ve tüm dünyanın anası, nefesi, aşı, aşkı, var olma sebebi, ve aynı zamanda yok olma nedeni. Bu aşk, bu çarkın dönmesinin tek sebebi, yoksa büyük isyanlar çıkacak, büyük acılar çekilecek, düzene lanet edilecek, tabiatın dengesi bozulacak. Yaprak deyip geçmemek gerek, yazın ortasında bir toplu intiharla tüm sistemi çökertebilecek güce, tüm dengeyi bozacak iradeye sahip bir olgudur yaprak. Ama toprak aşkı buna izin vermez, düzenin en kutsal parçası, düzensizlikten hoşlanmadığını, kalplerine hissettirmiştir her titrek yaprağın. Bu aşkla döner çark, aksi zaten düşünülemez.
Düşünüyor bunların hepsini yaprak, 4 saniye, 400 sanise içinde tüm bu düzeni, nereden geldiğini, nereye gittiğini, kutsalını, ve onun kutsalsızlığını, hayatı, dengeyi, hakkını ve haksızlığa uğramışlığını, ama olgunlaştığını, olgunlaşıp doğaya karışacağını, bir yandan üzerinde geniş bir örtü olan gökyüzünün mavisini, onu görme şansının artık kalmayacağını, kuşların güzel türküleriyle uyanamayacağını, yavru karıncalara yoldaşlık yapamayacağını, canının en küçük, ama en değerli parçalarını onlarla paylaşamayacağını, ama bunların hepsinin bu aşka değer olduğunu, bu aşka değer olduğunu mu, bu aşkın boyutunun istediği, yaşanılası boyut olduğunu mu, yoksa algısı dahilindeki güzelliklerin mi daha tat aldığı şeyler olduğu, olmadığı, en ucundaki damarından, taa gövdesinin sonuna kadar hissetti, ve bunların hepsi 4 saniye sürdü.
Ve oyun bitti.
Artık onundu, kutsalınındı. Ve bu duygunun tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kış geceleri gövdesinin kulağına fısıldadığı masalları hatırlıyordu, diğerleriyle birlikte dinleyip aşka geldiği o masallar, bir an önce o aşka ulaşmak için onu yanıp tutuşur hale getirmişti. Tüm yapraklarla birlikte titremiş, o günü iple çektiklerini, hatta bazılarının gövdelerinden kurtularak o aşka kendini kurban ettiğini hatırladı. Allahım ne büyük bir duygunun eseriydi. Ve işte buradaydı, bu duyguyu tatmak için ona kavuşmuştu. Etraf sessiz, hafif bir rüzgar sesi, onu yerinden titreten esintiler, yolculuğa çıkmış börtü böcek, kökünü ilk defa gördüğü gövdesinin yanında, yalnız, sessiz, rahatsız edici bir huzurla duruyordu. Bir cevap bekliyordu kutsaldan, geldim işte, neredesin, ve ne yapmaktasın. Sana sonsuz aşkımı vereceğim, bunun karşılığında o kış geceleri anlatılan rüya gibi masalları yaşayacağım. Değil mi, yaşayacağım? Nerdesin, bak ben buradayım. Artık senle, sonsuza karışacak, dengenin bir parçası olmak için gövdemi uğruna feda edeceğim. Feda edeceğim ki doğa beslensin, yeni benler olsun, yeni benler aynı Sen’e feda olsun…
Sorular havada beklemede, yaprak hafif esen rüzgarla bir o yana, bir bu yana gövdesini sallamaktaydı. Zaman izafileşmiş, kelimeler artık o anda, kifayetsizleşmişti…
Ve ben orda, o anda, o yaprağı izlemekte, hayatımı düşünmekteydim.


Fotoğraf: deviantart/pavsys

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder