10 Ekim 2009 Cumartesi

Hisdökümü


Büyük, çok büyük bir şato. İki büyük kapısının yanında, iki büyük aslan heykeli olan kocaman, gri, yalnız bir şato. Gıcırdayarak açılan kapılarında yılların “yaşanmamışlık” izleri. Öyle ki, örümcekler bağlamış tokmaklarını, çalamıyor insan.
Ama benim şatom o, bu yüzden içeri giriyorum. Büyük holünün ortasında kocaman merdivenler, yanlarında ise dizili onlarca oda. Her şey uzak, soğuk, yalnızlığı hatırlatan bir şehir kadar gri. Benim, ama benim değil. Tanıdık bir renk, ama sevilen değil. Koşmaya başlıyorum soluğum yettiğince. Odaların içinde arıyorum rengi teker teker. Hepsi şık, hepsi dekoratif, albenili odalar. Ayrıntılarında binlerce güzellik var, ama bir metre yakınımda değil, yüz yıl uzağımdalar. Benim, ama benim değil. Gezerken teker teker bu odaları, sahip olduklarımdan utanıyorum, artık sıkılıyorum bakarken yeni bir renk bulmak için. Odaların arasındaki yuvarlak, çerçevesi oymalı aynaya ilişiyor gözüm. Ve fark ediyorum. Ben de aslında kaçtığım o griyim, herhangi başka bir renk yok üzerimde. Gözlerimde ya da parmak uçlarımda. Her şey gri. Ben, benden uzak, soğuk, yalnız bir şehir. Hayır, o yalnız şehirdeki martıyım. Kanatlarım var, ama kaçamıyorum parçası olduğum o şehirden. Korkuyorum belki, ama daha çok alışkanlık o içimdeki. Zaten alışkanlıklar büyütmez mi gözünde o dışarıdakileri?
Odalara dönüyorum ve moralim bozuk. Baktığım her oda bana aynı soğuklukla bakmakta. Aslında onun soğukluğu, beklide sadece benim bakışlarım yüzünden. Demin aynaya bakarken fark ettim, ifadem de gri. Bendeki yansımanız da bu yüzden, bir türlü renklenemiyor odalar. Bazılarınızın içten, tuhaf bakışları içimi ürpertmedi değil, ama bu ürperti açık bıraktığım kapıdan sızan rüzgarın eli de olabilir.
Gerçeği, gerçek haliyle göremediğimden, bütün cümlelerin yüklemleri olabilir e sığınıyor. Ya da sadece, “gerçek” olan benim bakışım, yalan olan diğer gerçek sandıklarımdan beni koruyor. Olabilir.
Peki bu odalar, bana umutsuz hastalar gibi bakarken, belki de içindeki olası bir rengi fark edeceğim günün umuduyla yaşarken, aynı zamanda neden bana vitrinde sergilenen bir obje kadar uzak? Aidiyet duygumu kaybetmiş olabilirim. Benim olan bu odaların benden bu kadar uzaklaşması başka nasıl bir sebebe dayanabilir?
Küçükken hep en sevilen olmak isterdim. Ne kadar sevilirsem o kadar ait hissederdim. Ve bundan kopmamak için insanların beni seveceği şekle sıkışır, kendimi benliğimden ederdim. Şu an bulunduğum bu burukluğun, bu griliğin, bu hissizliğin sebebi aslında sevilmemem mi? Olabilir.
Koştukça aklıma geliyor. Gri kapıların, gri kollarını çevirip, gri çerçeveleri olan o uzak şehir havalı odalara baktıkça, kendimi o kafesini sadistçe seven martıların gözleriyle görüyorum gitgide. Bu odalar neden bu kadar güzelken, “güzel” demeye dilim varmıyor? Bana bu kadar aitlik hissiyle bakarken, bir o kadar uzaklaşıyor?
Aradığım renkler nerde sorusunun bir cevabı olsa keşke..
Başka dört duvarın ardına gizlenmiş olabilirler – ki varlar, sahiplerini hisleriyle yansıtıyor, yansımalarıyla sahiplerinin hislerinin yansımalarına karışıyor, etrafı bir yansı cümbüşüne sokuyor, gıbta ile bakılan bir renk cümbüşüyle sadece kendilerine yarıyorlar. Gıbta ile bakmak ise, sadece o çocukluğumda oyunların en çok aranan, her planın kurucusu olan, hep onun evine en yakın parkta oynanan, arkadaş grubunun o en parlayan çocuğuna olan hislerimi hatırlatıyor. Asla yerine geçemeyeceğimi bile bile, onun gözleriyle hayata bakmaya çalışıyorum. Yalancı bir pollianacılık oyunu. Ama bunu yaptığım her gün, aslında kendime eziyet ediyorum. Savaştan savaşa girmiş, yıpranmış zavallı benliğim, bir sahtekarlık oyununun daha repliklerini ezberlemekle meşgul. O gri çerçevelerden birinden dışarı bakarken işte içimde bu fırtınalar kopuyor.
Dışarıda bir yavru Kremlin, durmaksızın renk değiştirip, benliğimi elimden alıyor, insanlığın sonradan yarattığı o en kötü icadın, o iradesizliğin, “kıskançlığın” alevlerini korluyor, geriye dönüp bu güzel dekore edilmiş, uzak, yalnız ve gri şehirleri andıran odaya baktığımda oluşan fütursuzluğumu bir adım nefrete yaklaştırıyor, odanın bana bakan umutsuz gözlerini göremiyor, derinliklerinden bana fışkırtmak istediği sevgisini, gözümdeki perdeler yüzünden –bilmiyorum bu perdelerin gri olduğunu söylememe gerek var mı- bana iletemiyor, çaresizliğinin girdabında bir şeyler haykırmak istiyor, ama yapamıyordu. Ve ben koşturmaya devam ediyordum. Arkamda bıraktığım gri umutsuzluklar ve koşarken oluşan rüzgarın iteklediği gözyaşlarımın saydam mutsuzluğuyla. Her odadan gözüme takılan, ya da bakıp kendimi özellikle acıttığım manzarası olan küçük Kremlin gözümde büyüyüp bir sevgi çınarına dönüşüyor, bense onun karşısında bıçağı biraz daha kalbime saplıyor, her miliminde o en sevilen çocuk olamamanın kızgınlığını göğüs kafesime sokuyordum.
Odalar gri ve ben mutsuzum. Yoruldum artık, koşmuyorum. Bir iki tane gri kapı kaldı aralanmayan, ama nihai gerçeğin ne olduğunu bilerek, umutsuzluğun içine gömülerek, ama aynı zamanda mekaniğe bağlanmış olarak onlara doğru yürüyorum. Ve sanırım yavaş yavaş kabulleniyorum. Bu gri dört duvarın içinde, gıpta ettiğim o renklerden uzak, kendimle baş başayım. İliklerimde hissettiğim bu ürperti aslında kabullenmem gereken kendi yüzüm. Tıpkı bu aynada gördüğüm yansımam gibi… gibi…. Bu aynada bir farklılık var gerçi, diğerlerinden sanki şekilsel olarak farklı, hangi odaydı bu, sondan bir önceki. Aslında çerçevesi diğerleriyle aynı, oymaları, şekli, karşısında yansıttığı nihai griliğiyle sahibi.
Ama bir şey var, bir şey, bu, bir renk..
Kalp atışlarım hızlanmaya başladı ve sanırım alnımın sağ tarafından yavaş yavaş ve pervasızca bir ter damlası süzülmekte. Titriyorum, bu yansımanın ne olduğuna bakmak için dönmeye korkuyorum.
Ter damlası göz hizama geldi.
Titriyorum. Aradığım şeyi bulmuş olabilme ihtimalimden korkuyorum. Artık aynaya bile bakmaya korkuyorum bu rüya bitecek diye.
Ter damlası burun hizamda.
Titriyorum. Uzun zamandır –aslında düşününce bu zaman dilimini tohumuma kadar uzatabiliriz- bunca uzun zamadır, yaşayamadığım o duyguların hemen önündeyim. Dönüp bakmaya korkuyorum. Gözlerimi kısmış, aynaya bakıyorum. Bakışlarımdan korkup kaçmasın diye, ürkmesin diye, orada öylece durmuş, hareket etmeden,
Ter damlası çene hizamda.
Kaçışı olmayan kararla, geriye doğru dönerken, yuvarlanan ter damlacığı yere vuruyor ve yansımasında bir kez daha hayal kırıklığımın parçaları görünüyor. Bundan sonra, ya odalardaki perdeleri kapalı tutmalı, ya odalardaki aynaları kaldırmalı. Bir daha karşıdaki küçük Kremlinin aynaya yansımasını görüp de kendime ait bir parça zannedip hislenirsem, kalbim buna dayanamayacak durumda olabilir…
Olabilirli bir yüklemle daha, odanın kapısını kilitleyip, gri gerçeğimin içinde yavaş adımlarla kayboluyorum…


resim: deviantart/theoccultside

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder