18 Aralık 2010 Cumartesi

Hadi canım sen de




Geçen gün ayakkabı olayım dedim, dilim çok sivriymiş, parmakları büzüştürüyormuş, iş vermediler. Hadi dedim eldiven olayım, öyle bir soğuk nevaleymişim ki kimseyi ısıtamamışım. Vazgeçtim kerpeten oldum, aman neymiş hiçbir şeyi sıkamayacak kadar güçsüzmüşüm. Dikiş makinesi olayım dedim, her genç kızın rüyası ben değilmişim. Oyuncak bebek oldum, onun için de yeterince sevimli mimiklerim yokmuş. Cüzdan oldum, içimi dolduramadım. Astar oldum, yüzümü bulamadım. Çakmak oldum, sigaraya yasak geldi. Yasak oldum, onu da kimse beğenmedi. Ayna oldum, kimse aksini sevmedi. Benzin oldum, pahamdan geçilmedi. Saç teli oldum, yeterince ince olduğumu düşünmediler, halat oldum bu yüzden, sen mi gemiyi yanaştıracaksın dediler. Martı oldum, biz sana özgür olamazsın dedik dediler. Taş oldum, yerimde ağar olamadım, bulut oldum, şemalimle bir halta benzemedim. Yıldız olayım dedim, o ışık yokmuş bende. Kalem oldum, yazdıklarım anlaşılmadı. Kitap oldum, anlattıklarım tartışılmadı. Sandalye oldum, kimsenin kıçı rahata kavuşamadı. Çikolata oldum, tek ısırıkta çöpü boyladım. Çöp kutusu oldum, bu sefer işe yaradı, onu da ben kaldıramadım. Tüm bunların üzerine hadi dedim ruh olayım. Ruh dediğin sivri olmaz, soğuk olmaz, güçsüz olmaz, yalan olmaz, boş olmaz, dolu olmaz, yasak olmaz, pahalı olmaz, ince olmaz, kalın olmaz, yeterince özgür olmaz, ışıldamaz, anlaşılmaz, tartışılmaz, rahatlatmaz, ama ben olur...

Senden geçti dediler.

Bencil

Biliyorum hiçbir zaman benim olmayacaksın,
hiçbir zaman dışımda da kalmayacaksın.
Ayılmak üzereyken, az az narkoz verilen hasta gibiyim. Uyanayım diyorum, izin vermiyorsun. Uyuyayım diyorum, dozunu yükseltmiyorsun.
Uyansam yaşamaya devam edeceğim, uyusam hayallerime.
Peki söyler misin, yarı uykudayken ben ne halt edeceğim?

21 Kasım 2010 Pazar

Taşın-ma


- Bu odada bir şey kaldı mı abla?
- Anılarım kaldı, onları nasıl taşıyacağız?
- Efendim abla?
- Anılarım diyorum Ahmet. Sağında, solunda, tavanında, sobanın arkasında, gardırobun altında, aynanın kırılmış köşesinde, süpürgeliğin içine sıkışmış kağıt parçalarında, balkon kapısından giren rüzgarda, onu savmak için kapıya yapıştırdığım macunda, balkonun dökülen boyalarında, duvara çizilmiş gözbalık-balıkgözü-gözegelmişbalık-gözcübalık-balıklıgöz ya da her neyse o çizimde, onu çizen elin duvara bıraktığı enerjide, diğer duvardaki taslakbalıkta, yatağın aşındırdığı yer kaplamasında, yer kaplamasını aşındıran yatak hareketlerinde, yatağın hareketlendiği sarhoş gecelerde, sarhoş gecelerin kalpte bıraktığı derin izlerde, izlerin işaret ettiği isimlerde, isimlerin boşvermişliğinde, boşluk içinde düşme hissinde, hissetmemenin verdiği özgürlükte, özgürlüğün bir yerde batması ve tekrar düşme hissine geri dönmede, geri dön mede, geri dönme de, kafanın allak bullak olduğu düşünme seanslarında, odaya sinmiş parfümlerde, koklayarak uyanmanın verdiği mutlulukta, uyandıktan sonra ayrılmanın hüznünde, hüzünle gelen sonbaharın camdaki resminde, dışarıda izlediğim kargaların güzel seslerinde, sabahları çirkin sesleriyle beni uyandıran martıların balkona bıraktıkları pisliklerde, Kadıköy’ün sabahları yüzünü gösteren sakin ruhunda, ruhunu korna seslerine sattığı günün devamında, geçen uçaklara baktığım gecelerde, komşuları dikizlediğim günün her saatlerinde, saatlerce yataktan çıkmadan geçirdiğim çoğul vakitlerde, vakti gelince aldığım fesleğenlerde, sonra çok bakmaktan, çok güneşe koymaktan, çok sulamaktan her seferinde hepsini teker teker öldürmemde, gördüğüm böcekleri öldüremememde, korkunun gecenin köründe aklıma, beynime, salgılarıma, hormonlarıma, odama girdiği geçmeyen saatlerde, sıhhatte olsunların dolabın üzerinden düşürdüğü eşyalarda, eşyalara loş bir hava veren gece lambasında, lambanın ışığını körelten bilgisayar ekranında, tütsünün bıraktığı bazen na bazen hoş kokuda, sobanın çıkardığı çıtırtılarda, çıtırtıların beni götürdüğü hayallerde, o hayallerden dönerken topladığım kocaman beyaz papatyaların seviyor-sevmiyor yapraklarında, yaprak desenli duvar kağıdında, kağıdın bittiği yerden dönen duvarda, duvarın sonundaki kapıda kalan anılar diyorum Ahmet. Onları nasıl taşıyacağız?
- .... bizim işimiz bitti abla, gidelim mi?
- Gidin Ahmet gidin, selametle.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Tüm sonbahar aşıkları, buraya bakın bir...




Sonbahar geldi. Bir yazıya böyle başlanırsa bilin ki gerisinde sadece hüzünlü bir hikaye bulacaksınız. O yüzden şimdiden kendini kötü hissetmek istemeyen kapatsın sayfayı.

Sonbahar geldi. Kedi, kahve ve yağan yağmur laflarını bir kenara bırakıyorum. Bu klişelerden uzak bir hüzünlü hikaye olacak. Evet. Sonbahar geldi.

Anlatacağım hikaye öncelikle benden bir şeyler taşıyacak. Beni tanıyanların bu hikayeyi okuması biraz rahatsız edici olabilir. Beni tanıyorsanız lütfen bu sayfayı terk edin. Gidin, yağmur sonrası açan güneşten yararlanın, sokaklarda yürüyün filan...

Sonbahar geldi. Aslında bu mevsimi sevmiyorum. Dünyanın en melankoli insanı olmama rağmen sevmiyorum. Halbuki bir imaj yerleştirmek amacındaysam kalıpları kullanmayı öğrenmeliyim.

Cansu Elter
Melankolik
Sonbahar aşığı
Boş zamanlarında şiir yazıyor ve kedisini okşuyor.
Ha bir de hayatın acımasızlığı üzerine düşünüyor.
Evindeki tüm ışıklar sarı. Tasarruflu ampulden kaçınıyor.
Baygın bakışlı
Kitap rafının en güzel köşesini tutunamayanlara ayırmış.
Tutunamıyor.
Çok yalnız
Ailesiyle haftada bir telefonda görüşüyor.
Yengeç burcu ve tabi ki evcimen.

Klas oldu. Bu imaja uyarsam çok yakında birçok takipçi edinebilirim. Yazılarım dikkat çeker, hatta belki bestseller bir yazar bile olabilirim. Ama ne yazık ki sonbaharı sevmiyorum.

İyi bir hayatım olmasına ne kadar da az kalmış halbu ki. Neyse geçelim bunu.

Sonbahar geldi. Anlatacak çok şey var. Hikayeye neresinden başlasam bilemiyorum.
Bu kadarını halletmişken bile kahvem soğudu. Bu şartlar altında hikayeye başlamam mümkün değil. Yazı yazmanın da bir modu vardır ve bu sonbahar gibi hafif soğuk aylarda kahvelerin soğuma süresi daralıyor. Şu an bir fizikçi ya da mühendis ya da matematikçi ya da matematikten anlayan herhangi biri olup kahvenin derecesi ve havanın derecesine göre bir hesap yapıp sizi etkilemeyi çok isterdim ama malesef oğuz atay değilim. Size caka atabileceğim tek şey ... bayağı bir düşündüm ve öyle bir şey olmadığını fark ettim. Tv’de bir program var, melez bir dj sokakta yakaladığı insanlara uzmanlık alanlarına göre sorular soruyor. Bu ne konuda uzman olduğunu bilmezlik durumu yüzünden sokakta her melez gördüğümde aynı yakalanma gerginliğini yaşıyorum. Ha şöyle söylersem daha çok konudan kopmamış olurum: “mevsimin sarı yapraklarının donattığı kaldırımları arşınlarken, içimdeki derinlemesine yakalanma duygusu tüm hücrelerime kadar hissettiğim bir sancı haline gelmişti...”

Sonbahar geldi, ama ben yazın da melankoliğim. Anlatacağım hikayenin mevsimsel bir ağırlığı yok, genel havam böyle. Cümlede ne kadar çok sonbahar kelimesi geçerse o kadar çok okunma garantisi varmış gibi geliyor. Yaz aşklarından ayrılıp, eski sevgililerini özleyen her genç kız sonbahar kelimesinin büyüsüne kapılır. Birden hepimiz romantik oluruz, hepimiz haksızlığa uğramışızdır bir kere ve hepimiz bizi mahfeden o eski ‘lanet olası’ sevgililerimizin yaralarını sarma ihtiyacı hissederiz. Zehri panzehir zanneden bir kafa yapısı yüzyıllardır kadınların dna’larına erkeklerin bilinçli olarak yerleştirdikleri bir kalıp malesef. Bir akıllı olup bu gerçeği görememek –ya da daha acısı, bunu yazan kadın tarafından görüp de görmemezlikten gelip bir gerizekalı gibi davranmak- de bizim beynimizi daha farklı şeylere yormamızdan kaynaklanıyor malesef. Bknz. Sonbahar romantizmi.

Hormon dediğimiz şey ne kadar acayip. Ama bu konuya değinmeyeceğim.

Evet konumuız neydi, sonbaharın gelişi. Üniversitedeki canım hocam mario levi bir kitabı alırken ilk sayfasındaki ilk cümleye özellikle dikkat ettiğini söylemişti. Bunu online dünyaya uyarlama ihtiyacı hissettiğimden olsa gerek, bende böyle bir sonbahar cakası atmak istedim. Ve farkındaysanız kendi kendimi ele verdim ve bu satırlara kadar gelen birisi varsa onu da bu saatten sonra kaybedeceğimi kesinleştirdim.

İtiraf ediyorum, ortada bir hikaye filan yok. Her sonbaharın bir hikayesi vardır biliyorum, ama benimkinin nedense yok. Aklımı kurcalayan bir sürü konu var ama malesef bunlardan hiçbiri sonbaharla alakalı değil. Ha, sonbaharda kurcalamaya devam ediyorlar sadece. Bu mevsimi amaç değil araç olarak kullanıyorum. Tüm sonbaharseverlere duyurulur. Beni sevmeyin.

Sanırım size söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Sonbahar geldi ve ben sonbaharı sevmiyorum. Bu da gelecekte çıkaracağım ilk kitabın sunu bölümü olarak kalsın, hoşuma gitti.

10 Ekim 2010 Pazar

Hostel



Soğuk bir yatak, soğuk bir ışıklandırma, soğuk nevresimler. Kimsenin dokunmadığı bir yerde nasıl hayat olabilir? Uyandığımdan beri 2 saat geçti ve tavandaki 182 tahtayı 3 kere saydım. Ne yorganın içinden çıkmak, ne dışarı çıkıp saçmasapan gülümsemek istiyorum. Televizyonu açtım. Bir sigara içeyim dedim, kahvesiz gitmedi. Kahve isteyeyim dedim, oda servisi bana cevap vermedi. Şu an dünyada benden başka kimsenin kalmadığını söyleseler inanmam işten bile değil.
2 sigaram vardı. Dolaptaki kolayı açıp birini yaktım. Bir tane kaldı. Bana kimse cevap vermiyorsa ve sigaram bitmek üzereyse ne yapabilirim?
Biraz önce şu popüler dizide çocuk birbirine benzeyen insanlar birbirini mutlu edemez dedi. Geçen gün a. da bunu söylemişti. Sektörlerimiz farklı, hayatlarımız farklı, böyle güzel güzel takılıyoruz. Sanırım evlenecekler. Böyle mi beceriliyor ilişkiler?
İlişkiyi becermek. 2 anlamıyla da çok doğru bir cümle oldu bu.
Dışarıdaki göl manzarasına biraz bakmak için kalktım, pencereyi açtım. Sanırım buraya geldiğimden beri gördüğüm en talihli şeyle karşılaştım. Pencerenin dış mermerinde duran bir çakmak ve kül tablası. Allahım benden başka yaşayan insanlar da varmış. İyi ki oda servisi bu ayrıntıyı kaçırmış.
Onları içeri aldım, işimi kolaylaştırdılar ama şimdi bir sorun var. Ben sigarasız ne yapacağım?
Odada ne kadar çekmece varsa açtım baktım. Yok, yalnızlığımı biraz daha çekilir kılacak hiçbir ayrıntı yok. Biri mesela bir kağıt parçası unutsaydı. Üzerinde bir isim, bir telefon ya da karalanmış saçmasapan şeyler olsaydı. Ben de bakıp bakıp tahminlerde bulunsaydım. Mesela yani, hoş olmaz mıydı?
Şu an benimle iletişime geçen bilgisayarım dışında bir şey yok. İnternet yok. Oda servisi yok. Telefon zaten sonsuz sesssizliğe gömülmüş durumda. Biraz daha böyle devam ederse minik bir çığlık atabilirim. O da odada yaşam olduğunu ispatlamak için.
Sürekli seyahat eden insanlar nasıl bunalıma girmiyor? Böyle bir hayat çekilmez. Otel odalarında, tertemiz eşyaların soğukluğunda, yan odada bir insanın olduğu ve aslında olmadığı bilinciyle. Yok arkadaş, yalnızlığı seviyorum ok, ama bu kadar legalleştirmenin bir manası yok. Otelleri yalnızlığının farkına köküne kadar var diye tasarlamış serseri pazarlamacılar. Tabi bir diğeriyle gelmeyenler dışında.
Ok, tamam. Bir tek ben böyle hissediyorum. Şu an sabah sevişmesinde olanların gelememeleri dileğiyle...
Sanırım artık dışarı çıkmam gerekiyor, durumum iyice histerik bir hal almaya başladı. Birkaç yüz göreyim, sahte sahte gülümseyeyim. Şu an bulunduğum şartlar yalnızlıktan kaçmak için sahteleşmemi gerektiriyorsa bundan kime ne? Yorganın altı, güle güle...

28 Haziran 2010 Pazartesi

bir gün

...sabah uyan. telaşla giyin. vapura koş. vapurda uyu. vapurdan in. otobüse bin. onu düşün. otobüsten in. işe yürü. o durakta gördüğün son halini düşün. işe git. bilgisayarı aç. ona bak. bakama. silmiş ol. pişman ol. öğlen olsun. yemek ye. sigara iç. onu düşün. işe dön. onu düşün. işten çık. otobüse bin. beşiktaşa git. onu düşün. otobüsten in. vapura bin. onu düşün. vapurdan in. onu düşün. yolda yürü. onu düşün. sokağına var. çaycıya bak. onu düşün. eve gir. onu düşün. balkona çık. ayrıldığınız günü düşün. gözyaşlarını düşün. salaklığını düşün. onu düşün. televizyonu aç. saçma bi şey izle. saçmalıkları düşün. kahve iç. acısı kalsın damağında. acıyı düşün. tvdeki şaklabana gül. onu düşün. otur. biraz ağla. onu düşün. kafanı yastığa koy. diğerini sar. onu düşün. uykuya dal. rüyanda gör. sabah kalk. düşlerini düşün. telaşla giyin...

4 Haziran 2010 Cuma

Fotoğrafın Dediği

Yağmurlu bir sabah. Saat 6 civarı. Pencereleri buğulu odanın içinde sessizce yağmuru dinleyen 2 nefes. Pencereye vuran damlaların ritmi sessiz ortamın şaşkınlığını, hüznünü, mutluluğunu, huzurunu, kendinibilmezliğini anlatıyor kendine özgü notalarıyla. Duvarlardaki kitaplar, çerçeveler, ıvır zıvır, etraftaki her şey odanın ortasındaki yatağa bakıyor. Herhangi bir yargı ifade etmeden, sadece bakıyor. Yataktakilerden birinin gözleri kapalı, diğerinin ise yarı açık, bu yargısız bakışların sahiplerini izliyor. Dünden kalan şarap bardağı, ağlamış, rimelleri akmış bir kadın gibi. Kitaplığın üzerinde açık bırakılmış kitap, tam da bir şeyler söyleyecekken laflar ağzına tıkanmış bir mahçup gibi. Perdeler ayıpları kapatır gibi. Ardındaki İstanbul biraz umarsız gibi. Kadın, kelimeleri tükenmiş bir şair gibi. Eşyaların gözleriyle anlattıklarını dinlerken, ona takıldı birden gözleri.
Siyahlar içinde bir kadın, başında elbisesinin uzantısı olan bir kumaş parçası var, bakıyor, ama ifade ettiklerini anlatmak mümkün değil, anlamak ise yürek ister. Yataktan doğruluyor kadın, çerçeve içindeki resmi inceliyor iyiden iyiye.

Yağmur bu arada azalmış olsa da, şehri sulamaya devam etmekte.

Soluna bakıyor neden bilinmez daha sonra, bakışları adamınkilerle karşılaşıyor bu ne anlatmak istediğine karar verememiş hava boşluğunda.

- Ne zaman uyandın sen?
- Kokun benden uzaklaştığında.
- Yapma allahaşkına, gören de romantik sanacak.
- Kadınların istediği de bu değil mi?

Kadın belli belirsiz gülümsüyor, ahşap çerçeveli fotoğrafa dönüyor tekrardan.

- Kadının bakışları çok...
- Çok?
- Bilmiyorum, ifade etmek zor.
- Güzel hatun, geçenlerde çektim onu, nü’de daha başarılı.
- (içinden küfür)


- i used to geet, floweers from girls in their blooom...-


Telefon çalıyor. Adamın telefonu, ancak kadının tarafında. Kadın telefonu alıyor, adama uzatırken gelen çağrı onu görmesin diye kendinden uzak tutuyor. O harflerden utanıyor.

Gökçe calling...

Adam telefonu aldığı gibi, kadının üzerinden atlayıp, atlarken de omza bir öpücük kondurmayı unutmayıp, diğer tarafa ulaşıyor. Oradan da odanın kapısına yöneliyor. Kadının bu konuşmaya tanık olmasının kimseye bir yararı yok değil mi?

Sigara masanın üzerinde, yataktan çıkıyor istemeye istemeye. Yorganın dışı o kadar da sıcak karşılamıyor onu, ürperiyor. Masaya vardığında paketin boş olduğunu görmek, küfürlerin en ağırı gibi. En ağır küfrü ediyor o da, bu sefer dışından.

Yağmur ritmini gittikçe yavaşlatıyor. Çiselerini etrafa saçıyor derin bir nefesi yavaş yavaş verir gibi.

Kapı açıldı, tahta evin yerleri, atılan adımlarla gıcırdıyor.

- Hmm, bu ışıkta güzel görünüyorsun.
- Çok flörtöz bir adamsın.
- Biliyorum. Ama bu ışıktan yararlanmak gerek.
- ...
- ...
- Ne, fotoğrafımı mı çekmek istiyorsun?
- Neden olmasın, tanrının armağanı muhteşem kıvrımlara sahipsin.
- Sana çıplak poz vereceğimi sanmıyorsun heralde?
- Yapmaa, bugünün güzel bir anısı kalsın istemez miydin?
- Bugünü güzel hatırlamak istemiyorum belki de...


Suskunluk.


- Bu kadını fotoğraflarken ne hissettin?
- Bilmem, pek de bir şey hissetmedim. Kadının elmacık kemikleri çok güzel, bakışlarında da bir şey var. Bir şey, hmm...
- Evet! İnsan sıfat bulamıyor değil mi?
- Öyle, olumlu da olabilir, olumsuz da. Baktığın moda göre değişiyor.
- Bunu yakalamanı yeteneğinden çok şansına veriyorum.
- Yapma, ben iyi fotoğraf çekerim. Hatta bunu bir deneyimleyelim.
- Hiç şansın yok.
- Neden bu kadar katısın? Yoksa korkuyor musun?
- Beni çekmenden mi, neden korkayım.
- Bilemiyorum artık.

Tabi ki korkuyor, kaçırdığı gözlerine adamın uzun uzun bakmasını istemiyor. Uzun uzun bakarsa, retinasını yırtıp adama çığlıklar atacak harflerin coşkusundan korkuyor, çok korkuyor.

- Korkmuyorum.
- İşte böyle, rahatla biraz.

- Ama bu ifadeyi bulman gerek. Bu ifadesi güç ifadeyi istiyorum.

- Emrinize amadeyim prensesim.


Kadın sandalyeye, adama arkası dönük şekilde oturuyor. Adam kamerayı çekime hazırlarken, kadın masanın üzerindeki detaylarla ilgilenmeye başlıyor. Masanın üzeri onlarca film ve fotoğrafla dolu. Hepsi ifadeli, ifadesiz, çıplak, yarı çıplak, makyajlı, makyajsız, makyajı akmış, yeni uyanmış, henüz uyumamış, sarhoş, fazla uyanık, umduk, umulmadık anlarda çekilmiş kadınlar.

- Bakıyorum çeşit seviyorsun.
- Efendim?
- Fotoğraflar diyorum, çeşit çeşit pozlar, belli bir tarz olmaksızın.
- Ha evet, doyumsuzum o konuda, sınırlarım yok. O an neyi istiyorsam, onu çekiyorum.
- Bu seni zaman zaman sıkmıyor mu? İnsan belirli bir tarza sahipken kendini güvenli sularda hisseder. Ne bileyim, hata yapma şansın azalır. Sınırlar sana cesaret verir, güven verir, ilham verir. Gittikçe daha kendini bulursun onda, tanırsın, tanışırsın. Tek bir şeyin üzerine odaklanmak, ne bileyim, sıcak bir duygu.
- Omuz hizandan bana bak, çene biraz dik, bakışlarını yarıla.
Yapar.
- Şahane.

Yağmurun ritmi dengesiz, iki vuruyor, bir vurmuyor. Bir vuruyor, uzun uzun susuyor.

- Ben tarzlardan korkarım, sınırlar beni bunaltır. İstediğimi çekemeyeceksem, neden bu kamerayı elime alıyorum mesela? Bu benim oyuncağım, bunu kullandığımda, mutlu olmalıyım. Mutsuz olacaksam, kendime başka bir oyuncak bulmalıyım. Hem senin çekimlerini de gördüm, sabit bir tarza sahip olduğunu iddia edebilir misin?
- Sen benim fotoğraflarımı anlamamışsın, mekanlar değişir, insanlar değişir, renkler, ışıklar, ambians değişir, duygu değişmez.
- Melodram, ben böyleyim diyorsun.
- En azından bir duygum var diyorum.
- Benim de milyonlarca duygum var ama bak, her fotoğrafta ayrı bir şehvet, keh keh..
- Milyonlarca duygunun içinde kaybolmaya devam et. Birgün sen değil, onların tamamı kaybolacak.
- O ne demek?
- Ne demekse demek.


Sessizlik.

- Biraz Polaroid çekeceğim.
- Peki... Biliyor musun, bu fotoğraftaki bakışları anlıyorum yavaş yavaş. Sıfat bulamıyor insan önce, çünkü kadın rol kesiyor.
- Rol mü? Bu fotoğrafı çektirirken gayet mutluydu.
- Bence bu fotoğrafı çektirirken mutlu görünmeye çalışıyordu sadece. Bu yüzden ifadesini çözemiyorsun. Mimikleriyle istediği kadar gizlemeye çalışsın, gözlerindeki hüzün insanın yüzüne yüzüne bağırıyor. Sevdiği adama ulaşamayan bir kadın gibi. Tam konuşacakken yutkunup, kelimeleri gerisin geriye atmak gibi. Ama yollarını bulup, sana ulaşıyor bir şekilde işte. Fotoğraf tehlikeli iş, anı yakaladığında, piksellerin sana anlattıklarını çözmen kolay çünkü.
- Bana dön, bir de önden alacağım.
- Bu kadar yeterli bence.
- Noldu, piksellerini okumamdan mı korkuyorsun, ha ha!
- Komiksin. Ben duşa giriyorum.

İstanbul ağlamayı kesti, hafiften güneş kendini gösterdi. Bu sefer damlaların sesi banyodan geliyor. Duşta bir kadın, düşünde bir adam, dışında bir gerçek var. O gerçek, odada, elinde bir fotoğraf, yakaladığı pozun duvardaki bir diğerine benzerliğine şaşkınca bakar...

20 Nisan 2010 Salı

M.




Ben bugün terk edildim.
Bugün ben terk edildim.
Terk edildim ben bugün.
Cümleyi nasıl kurarsam kurayım oldukça garip geliyor. Tahmin etmenin olanaksız olduğu bir önerme bu. Her şey daha farklı gidiyordu çünkü.
Gönül eğlendirme diye tabir edebileceğimiz hoş bir başlangıçtı yaklaşık 2 ay önceki… Sarhoş kafalar, mayhoş vücutlarla buluştu gecenin bir köründe. Sonra baktılar ki tenleri sevdi birbirini, devam vaktidir o zaman bu denildi.
Aradan birkaç hafta geçti.
Her şey kararında ve güzeldi.
Bu kadar kısa bir zamanda bile geçmişte güzel anılacak, unutulmayacak anılar birikti.
Anılar.
Onlarsız zaten bir birliktelik ne kadar gerçekmiş gibi hissedilebilir?
O anılar diri tutar aslında sevgiyi, paylaşımlar çoğaldıkça anlarsın bu işin aslında doğru gittiğini.
Güven verir anılar.
Güven bitti mi, anılar bitmiş demektir, halbuki kumbarada birikmeye devam ediyordular, geleceğe yatırımdı onlar.
Anılar oluşuyorken, güven dokuma ipliği gibi sağlam dokunurken ve sevgi devam edip giderken yol ikiye ayrıldı.
Her şey belediyenin hatasıydı.
Orayı kazı, burayı düzelt derken yolları da bir güzel ayırmıştı, şimdi böyle bir şeyin ne sırası vardı?
Kız kendini suçladı; “bu yola girdiysek benim hatam, senin dediğin yoldan gidilmeliydi.”
Çocuk önce sustu, sonra sen üzülme dedi.
Bunu yolun bozuk olduğu sırada bir diyebilseydi, bağırmasaydı, deli etmeseydi, yıpranmadan bu yürüyüş devam edebilseydi…
Etmedi.
Yol ikiye ayrıldığı sırada, bir de tek yön olduğunun farkında, geriye dönüp değiştirilemeyecek adımlarla ilerledi.
İkiye ayrılmış yolun önünde, eldeki kumbara parmaklardan sıyrılıp yere düştü, parçaları ve içindeki birikim öne, arkaya, yolun her tarafına saçılıverdi. Güven yok oldu, gitti.
Ortalık sessiz, bakışlar yerdeydi.
Kız üzülüyor, çocuk düşünüyordu.
Kız düşünüyor, çocuk susuyordu.
Yani kısaca, hiçbir şey hayra alamet değildi.
Çocuk savundu kendini; “bakışlarımda bakışlarının yansıması yok, benimkiler de parlak olmalıydı tıpkı seninkiler gibi.”
Kız geçmişe gitti, aynı çocuk gözleri kapalı, koynunda uzanırken aşık olma ihtimalini itiraf etmişti.
Bakışlar yalan söyler dedi, “bakma bana artık, seni gözlerin kapalıyken hayal edeceğim, yoluma öyle devam edeceğim.”
Çocuğun feri sönmüş gözlerini, geçmişi hatırlarken istemedi.
Bir hikaye sayfaları henüz dolmadan, kapağını kapatmaya yüz tutuverdi.
Halbuki kız cildi kalın tutmanın yollarını arıyordu.
Yine üzgündü, ama kafasını kaldırıp etrafındaki yollara bakınca ne mutsuzluklar olduğunu fark etti.
Geçer dedi, kısa ama güzel bir hikayeydi.
Öyle ki, özeti bile tek bir sayfaya sığıverdi…

14 Şubat 2010 Pazar

Bir Kadın, Bir Kaza

Hafif rüzgar esiyordu. Radyo açıktı, shivaree – i close my eyes çalmaya başladı. Atölyenin ortasında, gözlerim kapalı, çıplak ayaklarla sallanıyordum, ritmi de tutturmuştum yavaştan. Yazın ortasında kendini hissettiren bu hava akımını şu an milyarlara değişmezdim. Biraz kırmızı şarap dökmüştüm kendime, o elimdeydi. Gözlerim kapalı, kendimi hava akımına kaptırmış, parçayı mırıldanırken aklımda tek bir şey vardı; birkaç saat sonrası.
Son resmi yaparken bir ritüel olarak yine üzerimi boyamıştım, kot pantolondan bozma şortum kırmızı mavi renklerle pespayeliğime son noktayı koymuştu. Duş almam, hazırlanmam lazımdı, ama ben hala şarkı mırıldanıp dans ediyordum. Gözlerim kapalıydı.

Sonra bir gürültü duydum. Kedi odanın gölge tarafında yere koyduğum bir sürahi suyu devirmiş, su içindeki buzlarla tahmin edilebilecekten çok daha geniş bir alana yayılmıştı. Ama duyduğum gürültü bu değil, buzlardan birine basıp kayarken, yanımdaki boya sehpasını da yere devirmem yüzünden oluşmuştu.

Düşerken kafamı sehpanın köşesine çarptım, şu an bu sebepten, hala yerde uzanıyorum.

Kafam kırmızı bir gölün içinde, ama sadece kan değil, dökülen guaj boya ve şarap da buna eşlik ediyor. Boya kokusuna bayılıyorum.



Bu oda sandığımdan da büyükmüş, böyle durunca fark ettim. Ah canım tuvalim, kaldın mı öyle?

Resmime bu perspektiften bakmak haftalardır tam olarak anlayamadığım, içten içe sinirimi bozan hatayı bana gösterdi. Sandalyenin açısı, odanınkine uymuyormuş. Demek ki neymiş; çizdiklerime yere uzanıp sağ tersten bakmak gerekiyormuş, bir dahaki sefere yaparım bunu.

Bir dahaki sefere?

Tekir gelip suratımı yalıyor şu an, 2. yılımızda Cem almıştı bu tüy yumağını. Ne yalan söyleyeyim, hiçbir zaman tam olarak ısınamadım hayvancağıza. Bir derdi, yaramazlığı yoktu, fazlasıyla sakindi hatta. Ama bakışlarında her zaman beni iten bir gariplik, belki de bir düşmanlık vardı. Zaman zaman yemeğini vermeyi unutuyordum, ona yormak istiyorum.

Biraz soğuk gelmiş olmalıyım ki geri çekildi, pıt pıt mutfağa doğru gidiyor, maması orda. Giderken geride kırmızı pati izleri bırakıyor, aslında çok da güzel oldu. Neden daha önce düşünemedim ki ben bunu ah! Böyle dekore edeceğim yerleri.

Bak yine gelecek zaman kipi kullandım.

Resim henüz bitmemişti, yazık oldu. Ne olursa olsun, son dokunuşları yapmadan eksik, hayır baktığında da mantıklı bir bütünü var, herhangi bir insan bitmiş zannedebilir bunu. Alp de bitmiş zannedecek. Aman boşver, neye benzerse benzesin, bu saatten sonra iyi para edecek.

Üzülsem mi, sevinsem mi buna acaba?

Sergiye henüz 2 hafta var, daha yapacağım 2 resim vardı. Taslakları kafamda da hazır, tembellikten çizmemiştim. Keşke çizseymişim, sergide özel bir alanda onlar da yer alırdı, ismimin kapladığı alan büyürdü en azından. Neyse artık.

Saatin tik taklarını duyuyorum ama görüş açımda değil, ne kadar zaman geçti acaba? Haydi bir an önce gelsinler de bulsunlar beni. Hem hala neden buradayım anlayabilmiş değilim. Bir ışık filan görmem gerekmiyor mu? Gidip Salvador’a bir selam çakmak, ne kadar ego manyağı bir orospu çocuğu olduğunu hafif bir tebessümle söylemek istiyorum. Muhtemelen Roden’le aynı ateş banyosundadırlar. Sevgililerinin ağızlarına eden pezevenkler. Deha pezevenkler.

Of tekir ya, yine mi! Yeni alışkanlık bu, çöpü karıştırıyor. Tavuklu noodle’dan parçalar ağzında, atölyenin orta yerine gelmiş, ağır ağır yiyor gerzek. Eskiden hiç yapmazdı, büyüdükçe daha da sevimsiz hareketler içine giriyor. Sahibine çekmiş: bana değil, ötekine.

O öteki birkaç saate burada olur. Geldiği gibi havanın sıcaklığından şikayete başlar, sokakta ille sinirini bozacak bir şeyler olmuştur. Ya dolmuş şoförü arıza yapmıştır, ya komşusu şikayetlerine başlamıştır, ya ev arkadaşı bunalımdadır, bu da onu aşırı kıl etmektedir. Sigarası bitmiş, almayı unutmuş da olabilir. Terliyim, ıslağım öpme beni der, hakikaten ter kokar, niyeyse kokunun farkına varmaz. Dışarıdaki sıcağın inadına koyu renk bir tshirt giymiştir. Sen neden gelmedin karşıya der, ama bilirim ki bu yakayı daha çok sever. Bu sıcakta dışarı çıkmak istemez, ben ısrar edince çıkarız ama. Bu sefer sinemaya arıza yapar, çok sıcak der, e klima var içerde işte, hem festival filmi derim, susar. “Aa doğru” demez, suskunluğuyla onaylar beni sadece. Akşama doğru içmeye başlarız, biraz fazla içer, her zamanki gibi kafası güzel olur. Eve geliriz, sarhoşluk yüzünden kısa ve kötü bir sevişme yaşarız, her zamanki gibi. Sabaha karşı azdırırım, yine sevişiriz, bu seferde sabah mahmurluğundan kötü olur. 10 üzerinden 4 olur. Bu yüzden canımdan çok sevdiğim adamın koynundan çıkıp, Şahin’e giderim ben de. Onunla sevişirim, 10 üzerinden 9 sevişirim. Böyle yıllarca devam eder, ederdi, etseydi, edebilemeyecek artık.

2 yarım adamda 1 tam ilişkiyi yaşama günleri bitti.

Yaşama günleri bitti

Hay Allah kahretsin! Telefonumda Şahin’in mesajları duruyor. Şimdi gelecek, hemen olmasa da, birkaç güne görecek Cem. Bu hiç iyi olmadı, artık olmasam da, benim arkamdan kötü konuşması beni üzer. Ölünün arkasından kötü konuşulmazdı hani? Lanet olsun.

Oldu galiba…

Ulan tekir, tek bir gün, hayatında tek bir gün bir işe yarasan da, şu telefonu ortadan kaybetsen. Hemen önünde yavrucum, sabahtan akşama kadar dünyanın en saçma oyuncaklarıyla bıkmadan, usanmadan oynayabiliyorsun, bir de şuna bir el at. Oynarken götür içeriye bir yerlere, ah be keşke…

Bu saatten sonra yapacak bir şey yok. Çok sıkıldım, kan o kadar fazlalaştı ki, görüş alanımın yarısını kapladı. Haydi gelin beni bulun artık. Ben hala burada ne yapıyorum hem. Salvador nerdesin lan!?



Saat kaç oldu acaba? A ha, telefonum çalıyor. Cem’dir. Açmayınca telaşlanır da daha hızlı gelir belki. Hız onun lügatında anlamı olan bir kelime değil gerçi. Sabahları uyanması ayrı dert, hazırlanması ayrı dert, özellikle bir yere yetişmemiz gerekiyorsa oyalanmak için bulacak bir sebep bulması ayrı dert. Benim gibi telaş manyağı birine uymayacak derecede pervasız. Yazın ter kokuyor. Romantizmden nasibini almamış. Sabit görüşlü. Şikayetçi. Sekste ortalama. Çevreme uymayacak kadar uzaylı. Ben senin neyine aşığım diye kaç kere düşündüğümü hatırlamıyorum, hala cevabını bulamadım Cem.

Bak hakkaniyete erdim, hala cevap yok.

Yok, asında var cevabı, Ben biraz acımasızca davrandım, ok. Köfte gibi dudakları var, öpmeye doyamıyor insan. Yatakta sarıldı mı bırakmaz, kurtulmak için uğraştıkça daha da sıkı sarılır, bunun beni nasıl mutlu ettiğini de asla bilmez. Konuşurken gözümün içine içine bakar, dışarıda birinin biraz ilgisini görünce kıskanır, icabına bakar, çaktırmaz. Yazları ter koksa da kendine dikkat eder, kilo aldıysa hemen rejime girer, bir yerine bir şey olursa gider hemen merhemini bulur. Yeteneklidir, hem de dünyalar kadar. Çizdikleriyle başka bir diyara götürür, kurtul etkisinden kurtulabilirsen. Bunca yeteneğe rağmen ölümüne mütevazidir, dağ iken tepeyim der, kazanacağını sanata adar, görüşlerinden ödün vermez, beni kendine daha da aşık eder. Yakışıklıdır da, ama ne o, ne çevresi bunu fark etmez. Kazak da çok yakışır sevdiceğime.

Ama işte, bir ilişkide tam değildir.

Belki de ben fazla tatminsizimdir. Bunları düşünmenin de bir anlamı kalmadı gerçi. Hadi sevgilim gel de son kez güzel yüzünü göreyim. Telefon çalıyor yine. Çok sıkıldım, yeter…

Bugün gideceğimiz filmi kaçırdığıma üzülüyorum, ödüllü bir Fransız filmiydi. 3’lü, hastalıklı bir ilişkiyi anlatıyordu. Bir zaman sonra bu hastalığa herkes alışıyordu, nasıl yapabildiler acaba? Ben nasıl yapabildim acaba?

Bunca zamandır onu aldatsam da içimde bir gram pişmanlık duygusu yok, bu nasıl normal olabilir? Ben bu adamı seviyorum, yani bir şeyler rahatsız etmeli beni değil mi? Bu aldatmaca tek gecelik, hadi olmadı, 2-3 kerelik bir şey değil ki. 4 senedir her allahın günü devam etmekte. Acaba başından beri buna alışmış olmak mı beni rahatsız hissettirmeyen? Ee sonsuza kadar böyle mi devam edecek? Edecekti? Filmi izleseydim anlardım belki. Neyse artık. Telefon çalıyor.



Ses! Biri asansörü çağırdı, duyuyorum. Geldi güzel gözlüm. Belki de onu son bir kez görmek için hala buradayım. Bu da cehenneme gitmeden benim payıma düşendir belki. Güzel bir hediye, teşekkür ederim.

Kapı çalıyor, e anahtarın var açsana. Hiçbir zaman o anahtarı kullanmadı, benim kapıyı açmam hoşuna gidiyormuş, budala Ama şu an budalalığın hiç de vakti değil, haydi aç şu kapıyı tatlım. Beni bu halde, kanlar içinde bulmanı istemesem de, gördüğüm son şeyin, böyle hastalıklı bir ilişkiye rağmen, sen olmanı istiyorum. Seni gerçekten, ama gerçekten deliler gibi seviyorum.

Anahtarın sesi duyuldu, açıyor kapıyı. Ne tepki verecek acaba? Çok üzülecek, özür dilerim tatlım, ama her şey aldığın pis tüy yumağının suçu!

Kapı açıldı, beni şu an göremiyor. Ben de onu göremiyorum, ama yaklaştı, ayak seslerini duyabiliyorum.

- Aysu? Evde misin? A… Allah kahretsin! Allah kahretsin! Aysu, beni duyabiliyor musun, Aysu?
- Duyuyorum seni, ve bu nasıl mutlu edici bilemezsin. Saçlarını kestirmişsin, bu muydu sürprizin
- Aysu, nolur cevap ver!
- Son birkaç saniyem sanırım, daha da yaklaş tatlım, terli de olsa, tenini son kez doya doya koklayayım.
- Aysu! Nabız? Nasıl bakılırdı bu? Aysu? …. Kalbi, evet kalbi! Aysu, beni duyabiliyor musun? Yaşıyor, tanrım, yaşıyor! Aysu?!
- Ne? Allah kahretsin mesajlar!


...



Ambulans çağırdım hemen. Öylece yatıyordu, üzerinde en sevdiğim şortu, en sevdiğim haliyle, olabildiğince pespaye. Yüzünün bir bölümü uzun süredir kan gölünün içindeydi, kaldırdım hemen. Sarsmamaya çalıştım. Nefes alıyordu, ama tepki vermiyordu. Hıçkırıklardan neredeyse adresi tam veremeyecektim. 2 dakika sonra ambulans geldi, hastane zaten dibimizdeydi. Ben kendimde değildim. Kapının çalındığını bile duymamışım, kırmışlar. Hemen beni yanından uzaklaştırıp sedyeye koymak için hazırlamaya başladılar. Bir boyunluk taktılar, nabzına, kalp atış ritmine baktılar. Birbirlerine anlayamadığım bir şeyler söylediler. O sırada gözlerim tuvaldeydi. Ona bakmak ve hıçkırmak dışında tepki vermiyordum. Görevlilerden biri geldi, biraz sarstı beni, ben hala tuvale bakıyordum. Güzel olmuştu, ama son rütuşları kalmıştı. Resimleri bitmese de güzel derdim hep, kızardı sonra daha busu var busu var diye. Ukalalık olsun istemezdim aslında sadece, ama anlamaz, kızmaya devam ederdi. Kızınca çok güzel oluyordu… Beni kaldırdılar yığıldığım yerden, onunla aynı ambulansa koydular, sanırım bayılmışım, ya da öyle bir şey. Gözlerimi açtığımda yanımda bizimkiler vardı, bir yatakta serum yemiş yatıyordum. Parçalarcasına çıkardım serumu, “Aysu!” dedim. “Aysu nerde?” Ameliyattaymış. Tam 7 saattir ameliyattaymış. Ameliyathanenin kapısının önüne gittim, çok gücüm yoktu, bir sandalyeye oturdum, bizimkiler de yanıma çöktüler. Bana sorular soruyorlardı ama ne kimseye tek laf anlatacak takatim vardı, ne de olanları hatırlamaya niyetim. Bugün uzun zamandır istiyor diye saçlarımı kestirmiştim, onu mutlu etmek istemiştim. 4 yıldır deliler gibi mutlu bir ilişki yaşamıyorduk, onun sevgisini kaybetmek istemiyordum. Bu halimle çok da mutlu edemediğimin farkındaydım, ama istesem de, bir başkası gibi nasıl davranabilirdim? Ben böyleydim; asabi, şikayetçi, memnuniyetsiz… ama o anlardı beni, sadece biraz daha mutlu olsun istemiştim. Liseden beri kestirmediğim saçlarımı bu yüzden, daha bu sabah Ahmet abiye gidip kestirdim. Adam şoka girdi. Çocuklar da bir garip bakıyor zaten.

Doktor çıktı ameliyathaneden, anlayamadığım bir şeylerden bahsetti, komplikasyon kelimesini yakaladım sadece. Anlamıyordum söylediklerinden bir şey. Yakasına yapıştım, zor kurtardı bizimkiler. Ama adamın suratında kızar bir ifade yoktu, alışkındı herhalde. “kısaca” dedi, “beyni çarpma sırasında hasar görmüş, tüm vücudu felç olmuş. Algılarının durumunu, 1-2 hafta sonra, yoğun bakımdan çıkınca anlayacağız. Geçmiş olsun…”

Geçmiş olsun…

Şu durumda söylenecek en saçma şey.

Şimdi 9 gündür hastanedeyim. Hala uyanmadı. Haftaya sergi var, 7 tane resmi var koyacağı, aslında 9 olacaktı, ama onları yapamadı. Olsun, iyileşince yapar. İyileşecek. Bunu ummaktan başka şansım yok. Ailesinin numarası olmadığından çocuklardan biri eve gidip cep telefonunu aldı, aradım, kaza gününün akşamında uçakla geldiler hemen. Onlar da benim gibi, 9 gündür hastane sandalyelerinin rahatsızlığını kemiklerinde hissetmekteler.

Birkaç gün önce telefonu biraz karıştırdım. Malum, hastane ortamında çok da yapacak bir şey yok. Şahin diye bir herifle mesajlaşmışlar, hayatımda ilk defa duyuyorum ismini. Sanırım beni aldatıyordu, ama umrumda değil. Sadece iyi olsun, başka bir şey istemiyorum.
Bu gece nöbet sırası bende, gidip bir kahve alayım.
Açacaksın gözlerini tatlım, bugün, olmadı yarın…

16 Ocak 2010 Cumartesi

Aşkın Ömrü Kaç Saat?

Günde tanrı bilir kaç kere, gir çık, gir çık. Kutsal bir meslek benimkisi. İnsanlar ben olmazsam ne yapacağını şaşırır, esrik kalır. Hayatın gerekliliklerinden biriyim ben. Tıpkı havayı solumak gibi, yemek yemek gibi. Sırtıma aldığım sorumluluk çok büyük, ama herkes tercihleriyle yaşar değil mi?

Aslını söylemek gerekirse hayat şartları beni buna itti, çok da bir seçeneğim yoktu. Bu tercih meselesi çok da bana verilen haklardan biri değilmiş. Nadide vücudum, bu mesleği yapmak için adeta özel olarak yaratılmış.

Aslında bu sektörde rakibim de çok. Kendimi mümkün olduğunca geliştirmeye, farklı teknikler bulmaya çalışıyorum. Gün geçtikçe benden daha gençleri piyasaya çıkıyor, saçları daha canlı, bakışları daha anlamlı olanlar. Ama allahtan benim de bir alıcı kitlem var, şarabın iyisi gibi, yıllanmış vücudumdan iyi anlıyorlar. Hatta benim gibileri bulmak için sokaklarda kaldırımları arşınlıyor, her köşe başını iyice araştırıyorlar.

Odamın her tarafı ayna dolu, bizim “dükkan” ise benim gibi yıllanmış, küf kokuyor. Kendime ne kadar bakarsam, özgüvenim o kadar yükselir, göğsümü gere gere müşterinin karşısına çıkarmışım. Öyle diyor bizim ermeni asilzade.

Size asilzadeden biraz bahsedeyim, eski İstanbul zenginlerinden. Bir yasa mı ne çıkmış, yabancılara özel vergi gibi bir şey. Bir çok meslektaşı ülke dışına kaçmak zorunda kalmış, boyunlarını bükmüş bu vergiler, kazandıklarından fazlasını istemiş devlet onlardan. O da işi gücü bir kenara bırakıp, tabiri caizse merdiven altından bu işe başlamış, şimdilerde vergi tabelası bile var. Ama o zamanın şartlarında gizliden gizliye yapmak zorunda kalmış tabi.

Hayatta kimsesi yok asilzadenin, bir karısı varmış, ailesinin yanına kaçmış zor zamanlarda. Tek başına eşsiz, dostsuz, 2 muhabbete muhtaç kalmış bizimkisi. Sonra bizim dükkanları arşınlamaya başlamış, kim bilir belki muhabbetimizi sevdiği için, belki de işi öğrenmek için.

Ama seviyordu benimle konuşmayı, o zamanlar tazecik çıtırım tabi, ortaya çıktığımda tüm gözler bana dönüyor, şarkılarımla herkes büyüleniyor, adeta kendinden geçiyordu. Bizim asilzade o sıralar aşıktı bana, o da gencecik delikanlı tabi. Çok yüz vermedim bu işin sonu yok diye, zamanla anladı o da. Ama yanına aldı beni, birlikte nice badireler atlattık, iyi günde kötü günde o bana destek oldu, ben ona. Hayat hangi yüzünü göstermek istediyse bize, birlikte yaşadık.

Ve zaman su gibi akıp geçti.

Ondan arda kalan bir ben, bir asilzadem, bir de bu küçük dükkan.

Yalan söylemeyeyim, gençken gönlümü verdim kimi delikanlılara, ama kaderin bir cilvesi gibi, yine yolum kürkçü dükkanına, bu küf kokulu dört duvar arasına düştü. İnsan tercihleriyle yaşadığı gibi, kaderinde bir şey varsa, onu da değiştiremiyormuş. Kim bilir, belki kader dediğimiz şey, dünyaya gelmeden tüylü kalemlerle bizim yazdığımız tercihlerimizdir. Mürekkebe her batırdığımızda o kalemin kıvrımları bizi farklı duygulara sokuyor, tercihlerimizi belirliyordur. Ve hayat bitince, yeni bir sayfa açılıyordur bizim için, içini dolduracağımız başka maceralar, başka hayat planları için…

Asilzadeye geri döneyim ben. Alışkanlıkları vardır güzel gözlümün. Hayatı dakik olduğu gibi, alışkanlıkları da dakiktir. Gün içerisinde saati geldiğinde kendini hissettirir. Asilzademe bazen de ben hatırlatırım onları. Bu düzen, bu rutinlik huzur veriyor bana, iteklememin asıl sebebi de bu.

Mesela kahve saati vardır, sabah 10:30’da mutlaka içer köpüklü köpüklü. Sonra öğleden sonra saat 13:00’de alması gereken ilaçları vardır. 2 mavi, bir kırmızı. Onları özellikle unutturmam. Severim beyimi, başına bir şey gelsin istemem.

Akşama doğru saat 17:00’de nane liköründen küçük bir bardak demlenir. İçine 2 damla da votka koyar, keyfe gelir tatlı sözlüm. O zaman başlar methiyelerine, en çok da bana sarar o sıralar işte. Gözü ne çıtırları görür, ne dükkandaki müşterileri.
Anka’m der bana, bir efsanede dağların ardındaki güzeller güzeli bir kuşmuş anka. Ben bilmem ki, okumam yok benim, sadece rakamları öğrenebildim. Saçımı okşar, güzelliğime verecek sıfat bulamaz. Koltuklarım kabarır o anlar, yalan değil. Çıtırlar hafif kıskanarak bakar bana. Kimileri asilzademin hala bende gönlü olduğunu düşünür. Düşünsün, bunun kimseye zararı yok nasılsa. Bizim aramızdaki ilişki aşktan, sevgiden de öte hem, öyle bir köprü ki bizimki, hiçbir güç yıkamaz. Hatta bilirim ki bir gün beyzademin yumuşak kalbi durur, güzel bakışları donar kalırsa, işte o gün ben de bu dünyada daha fazla yaşayamam. Hayatın bu güzel rutini, onun yokluğuyla cehennem azabı verir, dayanamam. Sesim kısılır, saçım dökülür, iş yapamaz hale gelirim. Vücudum gerekliliklerini reddeder, zaman akmaz, o zaman da ben ölür giderim.

Tanrı bilir kaç kere, gir çık, gir çık.

Hayat bu haliyle rutin, ama güzel.

Siz bu mesleği aşağalıyor olabilirsiniz, ama en kutsalı bizimki. Hatta biz olmasak insanlık nereye gider bilemiyorum. Kılavuzuyuz biz ihtiyacı olanların.

İhtiyaç dediysem, aslında herkesin.

Bizim sokak bizimki gibi dükkanlarla dolu. Müşterileri müdavimler. Vitrinlerde en çıtırlar, en ihtişamlılar durur. Benim gibi yıllanmış, gerçek güzellikler ise daha içerlerde saklanır. Nadide bir parça gibi, aslında aynı zamanda bir demirbaş gibi.

Asilzadem çok yaşlandı, ben de öyle. Bu kutsal mesleği bırakma vaktinin geldiğini düşünüyor bugünlerde. Gel diyor bana, kimseye hesap vermeden gidelim buralardan. Ne artık sen başkalarına yar ol, ne gözleri değsin sana. Sadece benim için söyle güzel şarkılarını, bana ada hayatını, birlikte geçsin kalan zamanımız.

Zaman demişken, çocukluğum geldi aklıma, anlatmadan geçemeyeceğim.

Çok küçüktüm ben, babamla yaşardım. Severdi beni, ilgilenirdi. Ben de onu severdim yalan değil, hayatta ondan başka kimsem yoktu. 2 katlı, somon rengi bir evde yaşardık. Bir kusuru vardı ama babamın, biraz fazla içer, içtiğinde de beni bile tanımazdı. O da asilzadem gibi ticaretle uğraşır, bilmediğim bir takım alım satım işleri yapardı. Sonra o da battı. Borç batağındayken ben, hiçbir değerim yokmuş gibi, kumar masasında yaşlı bir adama satıldım. Ne yaşıma, ne gözyaşlarıma aldırdı. Ardına bile bakmadan, beni hayatından çıkardı.

Yaşlı adam bana karşı ilgisizdi, aslında evindeki bir süs köpeği gibi hissederdim kendimi, zaten benden çabuk sıkıldı, yerime başka bir kurban seçip kıçıma tekmeyi atıverdi.

Sokaklarda buldum kendimi, yağmur, çamur, birkaç gün rezalet içinde süründüm derken, beyzademden önceki adamla, nemci abiyle tanıştım. Beni dükkanına götürdü. Hastalanmıştım, bana bir güzel baktı, yaralarımı sardı, sonra da diğer dilberlerinin arasına kattı.

Sonra, zaman…
Beyzademin gidiş gelişleri…
Beni yanına alışı…
Bir hayatı birlikte yaşamamız…

Şimdi de bu bitmek bilmez kaçış planları. O kadar diyorum ona, istediğin kadar kaç, ne zamanı yakalayabilirsin, ne gerisinden gidip izini kaybettirebilirsin. O da seninle gelir, peşini bırakmaz, izlerini unutturmaz. Aldığın her nefeste, attığın her adımda, gördüğün her rüyada senledir o. Ne yaşadığın ihanetleri unutturtur sana, ne çektiğin çileleri, ne kadimsiz dostları, ne doğduğun ülkenin sana yaptıklarını. O yüzden bırak, bunların hepsiyle küçük dükkanımızda yaşayalım. Bir gün vaktimiz dolduğunda, en azından terk ettiğimiz yer yabancı dört duvar olmasın. Rutubetli olsun, ama bizim olsun. Bizim parçamız, anılarımız, mutluluklarımızla dolu olsun. Yaşadığımız rutin hayatın anlamlı bir parçası, bitmek bilmez hikayelerle dolu kader evimiz olsun.

Ama dinlemiyor…

Hissediyorum, yakında hiçbir yakarışıma aldırmadan gidecek buradan. Ben de arkasından elbet. Dedim ya, onsuz yaşam benim için bir hiç.

Bu rutubetli dükkan, bu hemcinslerimle dolu hikaye yuvası, bu tik tak sesleri, bu yadigar saatlerin mekanı antikacı, çok yakında 2 parçası eksik bir şekilde kepenklerini kapayacak.
Kalan antikalar, yeni yetme saatler diğer antikacılara satılacak, ortada ne ruh, ne güzel anılar kalacak…

Hissediyorum, tam 34 gün, 22 saat, 13 dakika, 28 saniye sonra…

14 Ocak 2010 Perşembe

Sürreal patates

"Patates" dedi, "ne kadar üzgündü geçen hafta."
Öyleydi evet dedim.
"Ama bugün gayet iyiydi, tarlada hasat zamanı gelmiş, canına can katmış gibi." dedi.
"Pişirilmeyi sevmiyor, ondan" dedim. "Haşlandı haftasonu, hoşuna gitti bu."
"Haşlanmaktan değil de, belki yanındaki diğer patatesler canına can katmıştır." dedi.
"Tarifine göre değişir." dedim. "Mesela havucu seviyor, ruh ikizi zannediyor."

"Hmm" dedi. Sustum.

İkimizde, geçen hafta o patatesi onun ortadan ikiye ayırdığını bilmezlikten gelmeye devam ettik. Halbuki patates haşlansa da, ortadan ikiye ayrılınca benim işime yaramıyordu.

Keşke cesaret edip de güzelim yemeği mahfettin diyebilseydim.

Neyse, bu tarifi okur bir gün belki.